"Beni arayın yeter oğlum, bundan sonra ölüm yakın."











Hep düşünmüşümdür, hayat yaşlandıkça zevki artıyor olmalı. Yaşlılar bu yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı daha bir hevesle umut ederler. "Neden?" diye sorardım kendime. İyi pişmiş pastırmalı bir kuru fasulyeyi hazmetmenin binbir sıkıntıyla gerçekleştiği bu dönemde insan nasıl oluyor da, hayatı her zamankinden daha çok seviyor? Her erkek gibi bana da bunun cevabını en iyi annem anlattı. Hem de küçücük bir balkona devasa bir dünyayı sığdırarak...   

 

Annemin balkonu. Eşim ve ben "Büyük bir eve girelim, beraber yaşayalım" dedik olmadı. Hanımefendi bu yaştan sonra beton duvarlar arasına giremezmiş! İki bacağında iki platin, koltuk değnekleri elinde,  "alt kata in, hiç olmazsa merdiven çıkma." diyoruz, "inmem" diyor. Halbuki küçük de olsa bir bahçesi var evin. "Sulaması, bakması, daha kolay olur" dedikse de olmuyor. Ne varsa bu balkonda? Bu balkon hatırına günde en az iki defa 20 merdiven çıkarak evine girmeye razı oluyor hazret. Babamın deyişiyle "kırk köyün ağası gibi" kuruluyor üstünde her daim bir hırka bulunan sandalyesine, elinde tespih, dilinde Allah, "Ben burada iyiyim" deyip, omuz silkiyor. Artık babam da kanıksadı durumu, "bu balkon annen için çok önemli" diyor, "burada çiçekleriyle uğraşıyor, geleni geçeni seyrediyor, bazen sohbet ediyor, bazen uyuyor, bir şeyler yapıyor işte..."

 


Babamın da işine gelmiyor değil hani. Emekli oldu olalı en büyük zevki, balkonda oturup sigara eşliğinde bulmaca çözmek. Bir de ara sıra önüne üçü bir arada koydun mu değme keyfine gitsin. Şöyle öğleden sonra ikindiye doğru annem günlük Kur'an okumaya başladığında, babamı tembihliyor: "Hafız!" Ben bildim bileli babamı böyle söyler. Adını söylediğini hatırlamam. "Yanlışlarımı söyle de düzelteyim." Yetmişinden sonra emekli imam kocasından Kur'ân öğrendi. Herkese Kur'ân öğreten, hafızlar yetiştiren babam, anneme ancak zaman ayırabildi, o da zar zor. Annem sesi dışarı gitmesin diye odanın içinde, balkona yakın kanepede okumaya başlar. Babamsa umarsız, bulmacaya dalmıştır. Annem yalan yanlış okur bildiği kadar. Es geçemeyeceği bir yanlışı çıkarsa babam bağırır balkondan: "Düzgün oku. Öyle midir orası?" Annem azimli, o yaşına rağmen inat yapmaz, doğrusu neyse çıkarmaya çalışır harfleri. Ben gidince benden istedi takip etmemi. "Baban beni dinlemiyor" diye de şikâyet etti kırk yıllık kocasını. "Anne!" dedim, "Hep söylerim, çok zor kadınsın. İyi ki okutmamışlar seni. Bir de okutsalardı ne yapardık!.." Hemen haklı bir sesle hep aynı şeyi söyler, "Ey gidi oğlum, çay ocağına kim bakacaktı?" Dedem rahmetli, altmışlarda İstanbul'a göçenlerden. Gelmiş, küçük bir ev yapmış Zeytinburnu'nun Veliefendi mahallesine. Sokağın ucunda da çay ocağı açmış. Gece vardiyasından çıkan işçiler poğaçası elinde, sabah çayını içmeye gelmeden annemin mesaisi başlarmış. Sabah namazından sonra çay ocağını temizle, çayı koy, etrafı düzenle, bardakları hazırla. Sonra gel eve, kahvaltı hazırla, evi temizle, git çeşmeden güğümle su taşı, sonra yemek derdi. Kahveye yemeği götür, evde dayılarımı doyur, derken akşam yemeği. Ocak kapanırken de git yardım et. Bitmez bu Anadolu kadınının çilesi. Elli yıl sonra bile dün gibi hatırlar hayat kavgasını. Okuma yazması olmayan, Kur'ân bilmeyen bu annem, dokuz yaşında başımda dikilerek elif ba çalıştırdı beni, liseyi okul birincisi bitirdim sayesinde. Kâbe'ye sırtımda taşısam bitmez hakkı.                               

 

İkindi namazını müteakip, balkonda akşam yemeği keyfi başlar. Rüzgârın yönüne göre konuşlanır masaya, her daim gözü çiçeklerde.  

 

Annemin çiçekleri

Balkona girince hemen sağda pencerenin önünde domates salçası kutusuna dikilmiş iki fesleğen çiçeği. Yaz çiçekleri bunlar. Kışın tohumunu alır, seneye bir daha ekersin. Küçük, yeşil ve sığ yaprakları gübreli yerde bakarsan biraz daha büyür. Üst tarafından beyaz çiçekler açmaya başlamış. Sonbahara kadar böyle gider çiçekleri, baharda tohumlarını alırsın, kışın ölüme yatar fesleğen. Yanında yılbaşı çiçeği. Yılbaşında açıyor diye bu ad koymuşlar. Öldürmezsen devamlı kalır, içeride de besleyebilirsin. Pembe çiçeği vardır yılbaşının. Yılbaşında açar, aşağı yukarı bir ay kadar gider. Eklem yerlerinden açan pembe çiçekleri, ay gitmez solmaya başlar. Balkonun sağ köşesi olduğu gibi çiçeklere ayrılmış. Önce kırmızı, pembe sardunyalar yan yana dizilmiş. Biri yoğurt kabına konulmuş, diğeri saksıda. Yine bir yoğurt kabında yağlı beygonya, yaprak uçlarından küçük, pembe çiçekler kendini göstermeye başlamış. Daha da büyümez zaten. Ortasından ince bir çıtayla tutturulmuş, gövdesini taşıyamıyor. Beygonya uzar gider, genelde tepesini kırarlar, bir de çıtayla destek verip dikerler ayağa. Hemen önünde mor çiçek. Küçük, eski bir saksıda. Köşede Japon gülü. Öyle diyorlarmış. Büyük bir saksıda, göğe doğru uzanıyor. Kışın içerideymiş, yaprakları dökülmüş, yeniden filizlensin, çoğalsın diye dallarını kırıp yeniden düzenlemiş annem. Açtığı zaman büyük, gül gibi açar Japon gülü. Tam açma zamanı, annem dallarını kırmasa şimdiye kadar açarmış gülleri. Çiçeklerin arasında iki tane su şişesi daima bulunur.

 

Balkon duvarına çıkıyoruz. Saksıda domates. Belli ki kırılmış dalları, güneşten haşlandı diye annem yeniden açması için kesivermiş. Henüz yeşil renginde birkaç ufak domates yeşermiş sağlı sollu. Domatesin saksısına bir de kırmızı küpeli iliştirmiş annem.  Güneş haşladığı için onu da kırmış. Yeniden açacak, öyle diyor. Yanına sarmaşık dizilmiş. Kışın çiçekleri aşağıya alır annem, yine de kar değmiş uçlarına. Kurumuş sarmaşık. Kökünden bir tek filiz vermiş, bir umut diye annem beklemiş ve muradına ermiş. Şimdi epey yol almış sarmaşık, talihsiz, çanak antenin direğinin tam altında kalmış. "Sağa sola açar" diyor annem, engel tanımaz sarmaşık. Üstü beyaz içi küpeli pembe var yanında.  Pembe çiçekleri açmaya başlamış. Büyüdükçe de açacak. Yoğurt kutusunda ebruli sardunya ile devam ediyor duvardaki çiçekler. Boyu küçük ama kırımızı beyaz çiçekleriyle kendini hemen gösteriyor.

 



Balkon duvarının köşesini pembe ve koyu kırmızı sardunyalar kapatıyor. Dalların biri kırıldı mı alıp diğerinin yanına ekiyor annem, onun için biraz karışık sardunyamız. Rengârenk sardunya. Yaprakları tırtıllı olarak bilinen Ankara Sardunyası var sırada. Temmuz güneşinin ikindi serinliğinde balkona çıktığınızda önünüzdeki balkon duvarının sağından başlıyor sardunyalar. Tam tepesinde bir tanecik, içi koyu pembe renkli bir çiçeği var. Sardunyaların en uzunu şu anda. Lider gibi duruyor. Ne de olsa Ankaralı. Sardunya dizisine beyaz ile devam ediyoruz. Annem kırılan dalları diğerlerine karıştırdığı için hem beyaz hem pembe çiçek açmış aynı saksıda. Saksı demeyelim, yoğurt kabında. Koyu pembe olanı duvardaki beşinci sardunyamız. Gelini istemiş sardunyalardan, "bu mevsimde tutmaz diyor" ama gene de gönderecek. "Bir müddet suya tutarsa belki çiçeklenir" diyor.

 

Narçiçeği. Hani Feyzi Halıcı'nın "günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim"  diye meşhur bir şiir vardır. Üsad Cinuçen Tnrıkorur da bestelemiştir. Ne güzel şarkıdır! Dileyen Melihat Gülses'den dinleyebilir efendim. Hanımefendi o kadife sesiyle bir söyler ki, mest olursunuz. Narçiçeğinin saksısını bantlamış annem, başı bandajlı bir yaralıya benziyor. Kışın ekmiş narçieçğini, hem yaz hem kış gider narçiçeği. Başka bir kaza gelmezse başına, ağaç gibi yaşayıp gider. Kimi açmış, kimi henüz açmakta olan çiçeklerinin önünde bir tanesi sanki büyüyüp gerçek bir nar olmak ister gibi tombullaşmış. Daha da büyüyecekmiş, annem öyle diyor. Uzun boylu domatesin saksısına annem çilli beygonya ekmiş. Sultanahmet yanında mahalle camisi gibi duruyor. Bu sene kışın fazla don yaptığından çiçekler hep kuruduğu için yeniden ekmek zorunda kalmış. Yine bir yoğurt kabında yine bir domatesin yanında hafıza otu olarak bilinen ve birçok yararı olan biberiye bitkisi çarpıyor gözüme. Uzun bir tırnağa benzediği için tırnak çiçeği denilen çiçeğimizin de ömrü mevsimlik. İlkbaharda ekip sonbaharda solunca tohumunu aldığınız tırnak çiçeğinden iki tane yan yana. Arada bir uzun boşluktan sonra balkonun sol köşesinde tek başına bir tırnak çiçeği daha. Babam dibinde sigara külleri söndüre söndüre gelen yaprağını kurutmuş. Annem sürekli tartışır babamla çiçekleri yüzünden. Kaç erkek bir kadının çiçeklerine gösterdiği ilgiyi kıskanmaz ki!...

 

Bunlar annemin güneşe dayanabilen çiçekleri. İçeriye aldığı peygamber kılıcı ile menekşelerin bakımı biraz daha zor. Saksısı ufak olanın toprağı da az olduğu için günlük sulama istiyorlar. Diğerleri günaşırı da kabul ediyor.

 

Yetmedi, ev sahibi Şükrü Amca, ufacık bahçede, iki üç sıra yer vermiş anneme, bütün sorumluluk onun. Bahçede baktığı dolmalık, sivri biberler, domates, lahana birkaç da salatalık var. Çiçeklerin günlük bakımı yapıldıktan sonra, akşam serinliğinde bahçeye iner. Bazen kendisi iner sulamaya, bazen de babama söyler. Homurdanarak iner beyefendi bahçeye, sadece sulamak yetmez, bakacaksın yaprağına, dalına. Olanları toplayacaksın, kırılan dal varsa onaracaksın, iş çok...

 

Ve geldik balkonun en keyifli anına. Belki de yarım saat süren yatsı namazını kılmadan önce çay suyunu koyar annem. Etraf sakinse, sesini duyacak kimse yoksa, kurulur sandalyeye, balkonda yatsı namazı kılar. Serin serin, oh ne güzel. Namaz sonrası, gece yarısına doğru ilerlerken vakit, incir ağacının serinliğinde çay keyfi başlar babamla annemin, daha doğrusu babamın ifadesiyle "bir köroğlu bir ayvazın".

 

Uzayıp giden gecenin kollarında, yetmiş yıllık ömründen geriye kalan vaktini doldurur annem. Biri İstanbul'da, diğeri Ankara'da, kendisi Sakarya'da olan annemin tek isteği vardır çocuklarından. "Beni arayın yeter oğlum" der, "bundan sonra ölüm yakın. Sizden daha ne isterim!.."

 

O temmuz gecelerinden birinde, annemin balkondan gökyüzüne uzanan bakışlarını yakaladığım kısa bir anda aklıma üstadın "Gelecek zamanlarda/ ölüleri balkona gömecekler" dizesi geldi. Annemi bu balkona mı gömsek acaba?...