Bu da bzim masalımız. 

 

 

          Hastanede günler birbirine benzer. Askerlik gibi bir şey. Tek farkı asker sürekli meşgulken, sen sürekli yatıyorsun. Bir süre sonra bu monotonluk can sıkmaya başlıyor. Tezkere bekler gibi, doktorun gözünün içine bakıp, “seni yarın çıkarıyoruz” demesini bekliyorsun. Bir türlü gelmiyor o gün, artık umudu kesip, buradaki hayatınıza alışıp, yeni arkadaşlarla farklı bir ortam oluşturduğunuzda, ansızın söyler doktor. “Artık seni gönderebiliriz.”

 

          Camın kenarında, sıkıntıdan dışarıyı seyreden babam da böyle bir beklenti içinde. Doktoru bugün yurtdışına gidiyor. Pazartesi gününden itibaren onu başka bir doktora emanet edecek. Dün gece bunu öğrendikten sonra moralini bozdu. Bugün takatsizliği artınca, duygusal olarak da etkilendiğini anladım. Akşam, onu hava almaya çıkardığımda, ikide bir “Demek Canatan Bey gidiyor ha!” diye söylendi. Dört gün önce, hastalığı ilk kendini gösterdiğinde, onu hastaneye götüreceğimi söyledim. “Ben Canatan’dan başkasına gitmem” diye tutturmuştu. Aradım hastaneyi, doktorun o gün göğüs bölümünde polikliniği yoktu. Sigara Bırakma Polikliniği’nde nöbetçiymiş. Başhekim sekreterini arayıp doktordan ricacı olmasını istedim. Az sonra aradı, doktor beyin bizi beklediğini söyledi.

 

          Canatan Bey, bir doktorun isterse neler yapabileceğine, halkın üzerinde nasıl bir güce sahip olabileceğine çok iyi bir örnek. Sağlık Bakanlığı’nda çalışmama, isterse babamı hastanenin en kıdemli doktoruna götürme imkânım olmasına rağmen, “Canatan’dan başkasına gitmem” sözü bende garip bir yenilgi duygusuna neden oluyor. 30 Ağustos günü, gece 11 civarı, doktor çıkıp geldi. Resmi tatil olduğu için beklemiyorduk doktorun gelmesini. Birkaç dakikalığına olsa da uğradı. Hastasını muayene etti, hemşire hanıma gerekli talimatları verip gitti.

 

         
            Babamla aralarında değişik bir samimiyet gelişmiş. Bu adam, babamın 6 yıl önce kanser olduğunu ilk tespit edip, zamanında müdahale etmemizi sağladı. Ankara’da babamı ameliyat eden doktor, bir yıl sonra kontrole gittiğimizde, (150 TL muayene ücretini hastanede ödememize rağmen) asık suratlı davranıp, babamı hiç dinlemeden, sadece akciğer filmine bakarak bir de ağrılarını anlatan babamın lafını kesip, “başka hastalar bekliyor, zamanım yok” deyince, babam, “ben bir daha bu adama gelmem” deyip profesöre gitmekten vazgeçti. O gün bugün, uzman doktor olan Canatan Bey’in ellerine teslim etti kendini. Canatan bey, yat dese yatıyor, kalk dese kalkıyor. Yaşlı insanlar, doktora gittiğinde film, kan tahlili, tomografi gibi tetkikler yapılmazsa muayene edilmediğini düşünürler. Canatan doktor, “gerek yok” desin, babam hiç sesini çıkarmayıp, “o söylüyorsa doğrudur” diyor. Babamı muayene ederken “Allah size sağlık sıhhat versin, babam size bir şey olursa biz ne yaparız?” dedim, “babam sizden başkasına gitmiyor.”

          


          Bir Trabon masalı. Babamın moralini bozup enfeksiyona yenilmesine en önce Trabzon’da aileden kalma yerler hakkında konuşmamızın neden olduğunu düşünüyorum. Babamı ihmalkârlıkla suçladım. Şimdi, hastane odasında, ona refakat ederken, dilime eşek arısı soksaydı da, o lafları etmeseydim diyorum.

        
         Babaannem ölmeden önce üç oğluna “şu yerleri taksim edin” demişti. Babam, “sen sağken ben hiçbir şey yapmam” deyip konuyu kapattı. Babaannem iki yıl önce öldü, babam iki kardeşinin gelip konuyu kendisiyle konuşmasını bekliyor. “Ben onların ayağına gidip konuşmam” diyor. Haklı. En büyükleri çünkü. Her yıl yanına geldiğimde, “Köydeki evlerden birini etrafını çevirip istiyorum” diye tutturuyorum. Babamsa her seferinde, “ben amcana söyledim, (ortancasını kastediyor, küçüğüyle konuşmuyor zaten), bugüne kadar olan hesabı görün, ondan sonra ben ilgilenirim.” diyor her bahis açıldığında. 
 


 

         Benim derdim başka. Bu yerler paylaşılmadıkça sorun çetrefilli bir hal alacak. Küçük amcam her yaz gidiyor, fındığa bakıyor, tatilini yapıyor, parasını, fındığını alıp geliyor. Bu böyle devam edecek, yarın bir gün, buraları ben baktım, benim hakkım diyerek en güzel yeri kapacak. Bense, bir an önce yerlerin taksim edilmesini istiyorum ve babama ısrar ediyorum. Köyümdeki yerimizi kaptırmam inadı benimki. Babam saygı bekliyor, ortancası karışmıyor, küçüğünün canına minnet. Böyle sürüp gidiyor. Bu yıl biraz daha sert laflar ettim babama. Morali bozuldu. Canı sıkıldı. Belli ki kafasına taktı. Bir baba olarak, uyguladığı yöntemin oğlu tarafından beğenilmemesi, eleştirilmesi zoruna gidiyor.

 

          İki gün sonra üşüttü babam, gece uyuyamadı, sabaha hasta oldu. Sıcak hava birden değişip, rüzgarlı bir yağmura çevirince, zaten morali bozuk olan adam, yatağa düşüverdi. Bir Trabzon masalı zatürre ile sonuçlandı.

 

          Annem merak eder diye babamın hastanedeki iyi fotolarını çekip facebook adresime attım. İnternetten açıp gösterirler diye. Bunu gören bazı aile dostları babamı aramaya başladılar. Babam, “Ne oldu, neyin var?” sorusuna, “Birdenbire hastalandım. İki günde zatüriye oldum” cevabını veriyor. Gülmek geliyor içimden, gülemiyorum.  

 
  
              
 

           Günde iki kez hava almaya çıkıyoruz. Doktordan ve hemşireden gizli, sigarasını yanına alıyor. “İçime çekmiyorum” dediği sigarasından iki tane alıp aşağıya iniyor. Fotoğrafını çekeyim deyince, sigarayı tuttuğu elini masanın altına koyuyor. Rüzgârın esmediği bir yer bulup oturduğumuz masada çaylarımızı içerken, telefonum her çaldığında, babam merakla kulak kesiliyor. Arayan kişi onu ve hastalığını soracak mı? Telefona isteyip birebir geçmiş olsun diyecek mi? Eğer bunların ikisi de değilse, ben telefonla konuşurken canı sıkılıyor. “Bir an önce bitir ve benimle ilgilen” diyor bakışları.



 

          Kulağında belediyenin “kuduz değildir, zararsızdır” anlamına gelen damga yer alan köpeklerin oynaştığı hastane bahçesi, şehirden 20 km. uzakta. Arkası ormanlık olan hastanenin etrafı açık. Dağ başında, sessiz, sakin, serin bir mekân. Yalnızlık duygusu yakalıyor birden. “Dışarda gürül gürül akan bir dünya” var ve sen buradasın. Böyle durumlarda, insan, ilginç bir şekilde, dışarıda olan herkes mutlu ve neşeli bir hayat sürüyor zannediyor. Kör olan birinin şehrin bütün kızlarını güzel zannetmesi gibi. Babamın ve diğer yatan hastaların, birbirlerine duydukları gizli muhabbetin nedenini anlıyorum. Hastalar birbirine yakınlık duyarken, ben de hasta yakınlarına yakınlık duyuyorum. Bir çeşit kader ortaklığı.
 

           Geldiğimiz gün, yatışımızı yapan hemşireyi seviyor babam. Genç ve güler yüzlü hemşire, herkes gibi işini yaparken, yanına “Günaydın… Geçmiş olsun… Kolumuzu açalım… Ateşimize bakalım… Tansiyonumuz iyi… Bir sıkıntı olursa bana seslen amca…” gibi cümleler ekleyince, insan yerine konmanın sevincini okuyorum babamın yüzünde. Hemşiremiz, henüz genç, işe yeni başladığı belli. Çok değil, birkaç yıl geçmeden, ablaları gibi suratı asık birine dönüşüverecek. Çünkü servisimizdeki ablaları öyle.

 

          Babam, 55 yaşına kadar uzak durduğu hastaneden şimdi çıkamıyor. Emekli olduktan sonra, vücudunun her yanından patlak vermeye başlayan sorunlar, onu yarı doktor olacak kadar bilgi sahibi yapmış. Sağlık sistemini bile sorguluyor. Acil serviste para alınmasının yanlış olduğunu düşünüyor mesela.

 

         Annem her gün arıyor. Zekâsına hayran olduğum, “iyi ki seni okutmamışlar, yoksa nasıl baş ederdik!” dediğim, okuma yazma bilmeyen annem, adım adım her şeyi takip edebiliyor. Anadolu kadınının yuvasını nasıl ayakta tuttuğunu büyüdükçe annemden öğrenebiliyorum. Sabah, öylesine babamın rutin ciğer filminin çekildiğini söylüyorum, akşam doktorun yeni filmi görünce ne dediğini, eski filme kıyasla durumunda iyileşme olup olmadığını soruyor. Hiçbirimiz bahsini açmazken…

 

         Odamızda yer alan bütün malzemeleri inceliyor babam. Yatak otomatik mi, yastığı yüksek mi, refakatçinin koltuğu yatıyor mu, havalandırma iyi mi, koluna takılan serumun akış hızı normal mi, televizyonun renkleri düzgün mü, bütün kanalları çekiyor mu, uydu mu kablolu mu, hasta takip dosyasını günlük dolduruyorlar mı, gelen yemekler çeşitli mi?... herkese, her şeye puan veriyor. Sürekli de takatsiz. Hemşireye soruyorum, ateş normal, nabız iyi, tansiyon orta, ama adamın gücü yok. “Psikolojiktir” diyorum, kızıyor. Benim onu anlamamakta direndiğimi söylüyor.


 

         Baba-oğul ilişkisi çetin bir mücadeledir. İktidarı temsil eden baba, hele ki Trabzonluysa, istersen profesör ol, karşısında susmanı, onu dinlemeni, tasdik etmeni ve yaşam tecrübesine saygı duymanı bekler. Bizim ilişkimiz, nispeten hafif tartışmalarla geçiyor. Belki de benim yaşım daha küçük. Biraz da babamın anlayışlı olması etkili oluyor. “Yemen lazım” diyorum, “Eeeeh, canım istemiyor” diyor, sonra yiyor. “Üstünü değiştirelim” diyorum, “boşveeer, sonra bakarız” diyor, söylene söylene değişiyor. Kızsa da, haklı olduğuna inanıyorsa, söylene söylene sonunda yapıyor. Tabi, yaptığında, sen söylediğine çoktan pişman oluyorsun. Ne de olsa Trabzonlu. Kabul etse de, söylenmeden yapmaz. Bu da bizim masalımız.