Dünyanın zilletini Muhammed'in dünyayı teşrifi için kabul etmiş bir rivayete göre.













İNSANIN SERÜVENİ VE MİSTİK YAŞAMININ KÖKLERİ

-İSLAM TASAVVUFU ÖRNEĞİ-
MUAMMER YALÇIN

I. BÖLÜM

YARATILIŞ - NEFİSLE SINANMA VE CENNETTEN DÜNYAYA SÜRGÜN

Allah, bilineyim istedi ve "el-hâlık" sıfatı tecelli etti. İnsanların ruhlarını yarattı. Âlemi ervahta topladı, onlardan söz de aldı kendisini Rab olarak tanıyacaklarına, başka bir deyişle kendisine boyun eğeceklerine, kendisinden başka boyun eğilecek hiçbir ilah tanımayacaklarına ilişkin. Önce ortamı hazırladı, insan neslinin yaşayabileceği dünya ve onun içindekileri halk etti. Sıra insanı hazırlanan eve yerleştirmeye geldi. Ne var ki ruhun bu evde bu haliyle/latif olarak yaşaması imkânı yoktu. O nedenle Allah, insanın yeni evinde kendisini garip hissetmemesi ve uyumlu bir yaşam sürebilmesi için ona oradan aldığı topraktan bir beden yarattı ve ruhu bedene yerleştirdi. Bunu da sembolik olarak bedene ruhu sokulmuş (ruh-ı menfuh) ilk insan olan Hz. Âdem'de gösterdi. Bu haliyle Cennet'te bir süre beklemeye aldı. Bu sırada sıkıldı Hz. Âdem. Tecelli etti Allah'ın "er-rahim" sıfatı, refikası olmak üzere Hz. Havva'yı verdi yanına. Tembih etti Hazreti Allah: Sıkın ha, şu meyveden yemeyin!

Hz. Âdem'in ruhuyla bedeninin buluşması yani yeniden yaratılışıyla birlikte ona cinlerin ve meleklerin saygı duymasını yani secde etmelerini emretti Allah. Emri hakkıyla yerine getirdi, bütün cinler ve melekler secde ettiler, Allah'ın emri gereği. Ne var ki "kibir" kendini gösterdi ve cinlerden İblis, yaratılıştaki üstünlüğünü öne sürerek yani ateşin topraktan üstün olduğunu söyleyerek secde etmekten kaçındı, yaratılmışlar içindeki "ilk asi" oldu böylece. Huzurdan kovuldu. İblis, kendisinin huzurdan kovulmasına neden olan bu varlığa karşı kızdı, öfkelendi. İçinde bir kin belirdi, iç geçirdi, Âdem ve onun neslinden öç almayı düşündü, bunun için de Allah'tan izin istedi. Verildi kendisine istediği. Tövbe etmeyi, özür dilemeyi seçmedi nedense. Oysa Allah, yarattıklarına karşı merhametlidir. Bunu İblis de biliyordu; zira rivayetlere göre o âlimdi. Boyun bükse, "Aman ya Rabbi!" dese Rabbimizin affı, mağfireti belki de imdadına yetişecekti; ama...

Bir rivayete göre Hz. Âdem, refikası ile birlikte cennette mutlu bir hayat sürerken İblis onlara sokuldu, onların tarafından göründü ve yasaklanan meyveyi yedikleri takdirde bu mutluluklarının ebedileşeceğini fısıldadı durdu, yeminler etti Allah adına. Yine rivayetlere göre Hz. Âdem "Olmaz!" dedi İblis'e. Lakin İblis, Hz. Havva'ya sokuldu, onu kandırabilirse Hz. Âdem'i de ikna edebileceğini düşündü. Öyle de yaptı, Hz. Havva'yı ikna etmeyi başardı. Hz. Havva, Hz. Âdem'in yanına geldi ve "yasak meyve"den yemeleri gerektiğini anlattı uzun uzun. Dayanamadı Hz. Âdem, refikasının yalvarışlarına. Göz göze geldiler önce, sonra birlikte yediler; Allah'a karşı asi olduklarını, bunun bir cezayı gerektirdiğini düşünmeden, bilmeden.

İşte tam bu sırada oldu ne olduysa: üzerlerindeki cennet giysileri terk etti evvela onları. Utandılar bir an; oralardaki meyvelerin yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye çalıştılar. Ama nafile... İblis'in sözünü Rablerinin sözünün önüne geçirmişlerdi bir kere.

İnsanların ruhlarının yaratılmasından kıyametin kopmasına ve o latif varlığın yani ruhun aslına döneceği güne kadarki serüveni hakkında kendilerine bilgi verilmiş olan melekler, kendi aralarında dünya hayatından ve Âdem'in neslinden adı "Ahmed" olan bir peygamberin geleceğinden söz etmişler ve onun bütün özelliklerini sayıp dökmüşler. Hz. Âdem, kendi sulbünden gelecek bu müstesna insanı sevmiş, ona hayran olmuş; sonra da bu sevgi ve hayranlık "aşk"a dönüşmüş onda. O da biliyormuş; kendisine bildirilmiş ki, dünyaya gitmeden o neslin meydana gelemeyeceğini. O nedenle de o yasak meyveden yemiş. Dünyanın zilletini Muhammed'in dünyayı teşrifi için kabul etmiş bir başka rivayete göre.

Çıkarıldılar cennetten insanlığın anası ve atası. Artık yeni bir mekânda konaklayacaklar, döndürülecekleri güne kadar. Nesilleri burada doğacak, yaşayacak ve Rablerine döndürülecekler. Önce hayranı, sonra aşığı olduğu ve aşkına dayanamayarak uğruna yasak meyveden yediği, yaratılış sebebi Hazreti Ahmet'in ümmeti üzerine kıyametin kopmasına kadar sürecek bu dünya sürgünü.

Ruhani yoğun bir ortamdan toprak yoğun bir ortama gönderildiler, hem de ayrı ayrı yerlere: biri Mekke civarına, diğeri Hindistan topraklarına. Olaylar düşüncedeki gibi olmaz elbette. Düşünceden vazgeçme imkânı var, oysa ok yaydan çıktı mı dönmez bir daha. Olan olmuş bir kere. Cennetten ayrılık, Allah'ın cemalinden ayrılık, meleklerden ve daha nice cennet nimetlerinden ayrılık ağır geldi insan atasına. Pişman oldular her ikisi de. Ağlaştılar eş zamanlı olarak ayrı mekânlarda. İblis'in yapamadığını yaptılar Allah'ın lütfü ve inayetiyle: Allah'tan af dilediler. Gözleri bir pınar gibi yaş akıttı. Kaldırdı Hz. Âdem ellerini semaya. "Allah'ım!" dedi. "Seni tespih eder, sana hamt ederim. Kötülük işleyip nefsime zulmettim, beni bağışla. Günahları bağışlayacak olan ancak sensin. Tövbemi kabul buyur. Sen gerçekten bağışlayan, tövbeleri daima kabul eden ve çok merhametli olansın. Allah'ım! Muhammed ve onun yakınları hürmetine senden isterim." Pişmanlık tövbedir ve Allah tövbeleri kabul edendir. Öyle de oldu, bağışlandılar. Bu bağışlanmanın hatırına Arafat'ta buluşturuldular. Bu dağ o günden beri tövbe tepesi oldu adeta. Orada yapılan ibadetler makbul olur, dualar müstecap.

 Bambaşka bir hayata dediler ki merhaba, ilk anne ile ilk baba. İnsan olmanın ve dünyada yaşamanın bir gereği olarak evlendiler. Meleklerin şahitliğinde kıyıldı nikâhları törensiz. Bütün dünya kendilerine verildi düğün hediyesi olarak, ama onlar geldikleri yerin hayaliyle yaşadılar hep. Pişmanlıkla tükenen bir ömür sürdüler, kırık birer kalp taşıdılar sinelerinde.

Allah onları mutlu etmek için çocuklar bahşetti, torunlar verdi. Neşelenebildikleri kadar da neşelendiler. Yazık ki neşelerinde bile ayrılığın ve işledikleri günahın burukluğunu yaşadılar. Hasret ağır bastı, sıla özlemi içlerine işledi. Ne yapsalar, neye baksalar cennetten bir parça arayıp durdular. Onu hatırlatmayan her şeyi boş saydılar. Ruhlarının bedenlerinden ayrılıp cennet yurduna dönecekleri gün için saydılar günlerini, askerin şafak saydığı gibi. İşaretler koydular taşlara, ağaçlara, takvimler yaptılar bunun için imkânları ölçüsünde.

Geldikleri bu yerde dünyaya dalıp yanlışlar yapmasınlar, rıza-yı bariye muhalif davranmasınlar, nefisleri ve şeytana uymasın; olaylar ve başlarına gelecek yeni durumlar karşısında nasıl bir tutum sergilemeleri gerektiğini bilsinler diye de bir davranış rehberi, bir kılavuz gönderdi kendi katından Cebrail vasıtasıyla Allah. Büyük bir korku kapladı içlerini. Unutuveririz de yeni yanlışlar yaparız diye durmadan okudular bu kullanım kılavuzunu; dillerinden düşürmediler Allah'ın adını. Her fırsatta tövbelerini dile getirdiler, hatta tövbelerinden bile tövbe ettiler; dua ettiler sırat-ı müstakimden ayırmaması için Allah'a.



 

II. BÖLÜM: DÜNYA HAYATI

NEFİSLE VE EVLATLA SINANMA DÖNEMİ

     Hz. Âdem ile Havva'nın evliliğinden hep ikiz çocuklar doğuyordu, murad-ı ilahi gereği. Beni Âdem çoğalıyordu durmadan. Allah'ın kendilerine verdiği çocuklarıyla avundular, sürur buldu kalpleri. Her birinde uğruna cennetten çıkarıldıkları Hz. Ahmet'in kokusunu aradılar. Onun gelişinin dünya hayatına göre çok uzaklarda olduğunu bilmeden.  Derken gelişip büyüdüler oğulları, kızları. Allah, bir ferman-ı ilahi gönderdi Hazreti Âdem'e. Bu fermanla birlikte Âdemoğlunun bilinen ilk imtihanına vesile olacak yasak geldi. Buna göre aynı batından olan kızla erkek birbirleriyle evlenmeyecekti. Ne olduysa bundan sonra oldu: Hazreti Âdem'in birinci batından doğan oğlu Kabil, ikinci batından olan Habil'in kız kardeşi İklima ile evlenmeyi reddetti, çirkin olduğu iddiasıyla. Tutturdu kendi ikiziyle yani Lübud ile evleneceğim diye. Beşer içinde vahye karşı akıl yürütmeyi de başlattı Kabil: Hayır dedi Kabil. Bu Habil'in ikiziyle evlenmem fikri, babamın görüşüdür, Allah böyle bir şeyi asla istemez.

Babaları tecrübeliydi. Yasaklanan bir şeye tevessül etmenin sonucunda nelerin başlarına gelebileceğini tahmin edebiliyordu. Kaldı ki o, bir peygamberdi ve ona bütün esma (ilimler) öğretilmişti Allah tarafından. Yalvardı büyük bir korkuyla Allah'a, yol göstermesini istedi ondan.

Cebrail, Allah'ın selamını ve emrini getirdi bir gün. Çocuklarının bir tatsızlık çıkarmalarından, Allah'a asi olmalarından ve bir cezaya çarptırılmalarından korkan Hz. Âdem rahatlamıştı bir nebze olsun. Hamtlar etti Allah'a inayeti ve rahmetinin tecellisinden ötürü, secdelere kapandı.

Arz üzerinde ilk sınama başlıyordu bununla. Vahiy gereği

Âdem iki oğluna: gidin ikiniz de birer kurban takdim edin Allah'a. Hanginizin kurbanı kabul edilirse Lübud ile o evlenecek. Kabul etti iki kardeş. Takdim ettiler kurbanlarını ve beklemeye başladılar sonucunu. Habil, büyük bir teslimiyetle sonuç ne olursa olsun kabul etmeye hazırdı, oysa Kabil, kendine göre haklı sebepler öne sürüyor ve Lübud ile evlenmeye en layık olan kişinin kendisi olduğunu öne sürüp duruyordu. Sonuç ilk emirle aynı istikameti gösteriyordu. Habil'in kurbanı kabul olunmuştu Yüce Yaratıcı nezdinde.

Durumu kabullenemedi Kabil, ateş püskürüyordu. Durumu lehine çevirmenin tek yolunun Habil'i öldürmek olduğunu düşündü ve öyle de yaptı. Şeytan, ikinci kez zafer kazanmıştı insana karşı. Günah işlemenin hazzını yaşıyordu nefsinde, oldukça mutluydu.

Nefisle şeytanın işbirliği/ittifakı insan için bir felaketti, vesselam.

Yasak meyveyi yiyerek dünyaya sürgün hayatına gönderilmiş olan Hz. Âdem, boğuşurken acı tecrübenin sıkıntılarıyla, sulbünden gelen ilk evlatlarının şeytan ve nefislerinin fitnesine kapılarak Allah'a asi olmalarını yüreğinde bir yere koyamıyordu. Kovdu Kabil'i huzurundan, uzaklara, çok uzaklara gitmesini söyledi.

Kabil, inadını ve isyanını sürdürdü; Lübud'un elinden tuttu ve Yemen topraklarına gitti. Çocukları ve torunları oldu Kabil'in. Yerleştiler Aden topraklarına, huzura hasret kalarak. Akıl ve vicdan sahibi çocukları ve torunları, Kabil'in cürümünü kabullenemiyorlardı. Atalarının bir günahı sebebiyle Allah'tan ve Âdem'den uzak yaşamayı istemiyorlardı.  Onu görmek istemiyorlardı, içlerinden onu taşlayanlar oldu; hatta bir rivayete göre torunlarından biri Kabil'i taşla öldürmüş. Birbirini öldürmeler de sürüp gelmiş bugüne kadar.


 

III. BÖLÜM:  ÂDEMOĞULLARI ARASINDA PUTPERESTLİK NE ZAMAN VE NASIL BAŞLADI?

Kabil, Yemen'de Âdem'den ve adamlıktan uzak yaşamını sürdürüyordu. Şeytan solundan sokuldu. Tıpkı Cennette Hz. Âdem ve Havva'ya sokulduğu gibi. Fısıldadı dost bir eda ile: "Habil´in kurbanını ateşin yakması ve kurbanının kabul olunması; onun, ateşe hizmet ve ibadet etmesi sebebiyle idi. Sen de öyle yap!". Düşündü bir an. Nefsi devreye girdi derhal. Doğru, dedi. Aklı da şeytanın ve nefsinin uygun gördüğü bu teklifi doğrulayabilmek için çalıştı, deliller getirdi kendine göre. Kabil, hemencecik bir ateş yaktı. Rüzgârdan etkilenmesin diye de etrafını duvarla çevirdi. Sonraları "kutsiyet" kazanacak bir "ateş evi" oluştu. Yöneldi ona Kabil ve ahvadı. Ateşperestlik başladı böylece.

Tatmin olmadı Kabil ve evladının kalbi. Kolay değil çünkü kalbin itminana ermesi. Allah'tan gayriye tapmak kalbin yaratılışına mugayir zira. Şeytan bir kez daha geldi Âdem'in asi evladına. Şisoğulları, dedi Şeytan. Âdem'in Nevz (veya Bevz) dağındaki mağarada bulunan cesedini, ziyaret eder ve ona tazimde ederler. Kendileri için Allah'tan rahmet dilerler. Kabil'in çocuklarından bir adam da: "Ey Kabiloğulları! Şisoğulları, Âdem'in cesedinin çevresinde dönüp dolaşarak ona tazimde bulunuyorlar. Sizin böyle bir şeyiniz yok!" dedi ve onlar için bir put yonttu. Kabiloğulları bu puta tapar oldu. Tarihte ilk put yapan da bu adam oldu.