Köylüden dost olur mu? 

 


Beyin göçü vermeye başladığımız yıllardayız. Almanya'ya giden köylü, çalışıp biriktirdiği paralarla, altında Mercedes arabayla köyüne döner. O güne kadar hiç araba görmeyen ve nasıl çalıştığını, ne işe yaradığını bilmeyen köylü, arabanın önüne saman koyar. Bu hikâyeden iki sonuç çıkarabiliriz: Birincisi; ülke olarak zamanı ne kadar geriden takip ettiğimizi görüp, köylümüzün haline acıyabiliriz. İkincisi; altına araba çekmekle (şehirli, medenî) adam olduğunu sanan kişiye, köylü haddini bildirmiştir. Arabanın önüne saman koymakla "Ait olduğun yeri unutma" mesajı verilmektedir. Burada da maddî servet elde etmekle manevî servetini (kimliğini-özünü) kaybetmiş adama acıyabiliriz.

           

Köylü-şehirli ayrımı yeni bir tasnif değildir. Şehir her zaman başta mimarî olmak üzere sanatın, ticaretin ve edebiyatın, hukukun, yani gelişmişliğin, yani her açıdan varlıklı ve donanımlı olmanın, köy ise, tüm bunların aksine mahrumiyetin ve yoksunluğun merkezi olarak görülmüşse de, bu ikisinin modern zamanlarla birlikte birbirine yaklaştığını, günümüzde ise artık iyice karıştığını söylemek mümkündür. Televizyon, uydu yayını, internet ve cep telefonu bir köyü köy olmaktan (ki -doğal zorunlulukların dışında- köyün köy olmaktan niye çıkması gerektiği ayrı bir tartışma konusudur) çıkarıp sınıf atlayarak şehirleşmesine imkân sağlar mı? Yoksa şehir kültürü bunun dışında bir olgu mudur? Nasıl bir kimliği ihtiva etmelidir veya etmektedir? Bir şehirde yaşamak o şehrin kültürüne vakıf olmak için yeterli bir imtiyaz mıdır? Bütün bunlar sosyolojik ve sosyo-psikolojik açıdan değerlendirilmesi gereken konulardır. Bu tartışmalara katkı mahiyetinde şehirli ve köylü tipolojisine Mevlâna'nın penceresinden yaklaşmayı deneyeceğimiz bu yazıda hedefimiz, birinin diğerine üstünlüğünü kanıtlamak değil, her iki tarafın da özelliklerini ortaya koymak olacaktır. İbn-i Haldun'un da belirttiği gibi, medenîleşmek, bedevîliğin gelişiminden doğan kaçınılmaz bir sonuçtur ve bedevîlik, şehirlerin (medenîliğin) temelidir.[1]

 

Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük rolü bulunan[2] Mevlâna, bir şehir insanıdır. Çocukluğu Belh'te (Harzemşahlar'ın başkentinde) geçmiştir. Göç yolu (Nişabur, Bağdat, Kûfe, Mekke, Medine, Şam, Malatya, Sivas, Erzincan, Akşehir, Karaman, Konya)[3] medeniyetlerin inşasında ve devletlerin kurulmasında önemli görevler yüklenmiş şehirlerdir. Yaşadığı şehir Konya ise, o dönem Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkentidir. Hayatı şehirlerde geçmiş bu büyük mütefekkirin fikirlerinden ve yaşam tecrübelerinden yola çıkarak şehir ve medeniyet anlayışı üzerine yazmaya çalışmak bir makalenin boyutlarını aşacağından, daha spesifik bir çalışma yapacağız ve Mevlâna'nın, "Şehirli ile köylü"[4] hikâyesinden yola çıkarak, şehirli ve köylü kimliği arasındaki farkları inceleyeceğiz. Hikâye, Mesnevî tercümelerinde "Köylünün şehirliyi aldatıp yalancıktan ve birçok ısrarla köye çağırması"[5], "Bir köylünün şehirliyi, yalancıktan ve birçok ısrarla köye davet ederek aldatması"[6], "Bir köylünün bir şehirliyi aldatması ve çok ricâ ve ilhâh ile dâ'vet ile çağırması"[7], "Tedbirsiz şehirli ile kurnaz köylünün hikâyesi"[8] gibi değişik isimlerle yer almaktadır. Saydıklarımız içerisinde metnin orijinaline en yakın olanı Ahmed Avni Konuk merhumun tercümesidir. Şimdi hikâyemize geçebiliriz:

Bir şehirli ile bir köylünün yıllardır süren arkadaşlıkları vardır. Köylü şehre geldikçe şehirlinin evinde misafir olur, aylarca, işlerini halledinceye kadar kalır, her türlü izzet ve ikram kendisinden esirgenmeyen köylü, işi bitince köyüne geri döner. Öyle ki, onların bu hali artık herkesçe malûmdur.



 

Köylü düşüncesizdir;

Aylarca bir insana zahmet verdiği halde bu durum zoruna gitmemektedir. Her gün oturduğu sofraya kurulmakta, dükkânına gidip yiyip içmektedir ancak şehirliyi rahatsız ettiğini, işinden gücünden alıkoyduğunu, adam (nezaketinden) rahatsızlık beyan etmese de bu durumun sıkıntı arz ettiğini akıl edemez ve bu bir kez değil, birçok defa gerçekleşen bir senaryodur. Aradan yıllar geçer, köylü bir gün şehirliye köye gelmesini teklif eder, soyunu sopunu, çoluk çocuğunu alıp köye gelmesini ve üç dört ay kendisinin misafiri olmasını ister. Köyünün güzelliklerini, bahar mevsiminin tazeliğini anlatır.


Şehirli dürüst değildir;

Şehirli, köylünün ısrarlı davetini ciddiye almaz, başından savmak için kabul eder ve köylüyü gönderir. Dikkat edilirse, şehirli köylüye gelmek istemediğini veya bu şartlarda gelmesinin imkânsız olduğunu söylemiyor, aksine vaatte bulunarak onu oyalıyor. Bunu hatır kırmamak için yaptığını da söylemek mümkün, o takdirde zayıf iradesi yüzünden hayır demeyi beceremediğini de iddia edebiliriz, lâkin birinci yorum daha tutarlı göründüğünden, şehirlinin "Ne işim var köyde, senin yanında!.." türünden bir hissiyata sahip olduğu aşikârdır. Hal böyleyken aynı insana sekiz yıl boyunca aynı konuda muhtelif mazeretleri sayıp dökmek iyi niyetli bir yaklaşım olmasa gerektir. Bu açıdan baktığımızda şehirlinin pek de dürüst olmadığını söyleyebiliriz. Köylü her yıl "Ne zaman geleceksin?" diye haber göndererek şehirliyi davet etse de şehirli "Bu yıl filan yerden misafir geldi; müsaade edin de seneye işten, güçten kurtulursam gelirim"[9] gibi bahanelerle gitmez. Bu, onun her yıl ürettiği bahanelerden sadece biridir. Nitekim köylü son gelişinde, tam üç ay şehirlinin evinde misafir olur ve "Kaç kere va'dettin, kaç kere aldattın beni" diyerek sitem eder ve şehirli yine ama bu sefer suçu kadere atarak açıklar durumu: "Canım da, bedenim de buluşmayı istiyor; ama her hareket onun takdiriyle. / İnsan yelkenli gemiye benzer; rüzgârı estiren bakalım onu ne yana sürecek?"[10] Yiğit köylü ısrarcıdır; bu sefer geleceğine dair ona üç kez yemin ettirerek tekrar davet eder.

 

Köylü, istediğini elde etmek için her yola başvurur;

Babalarını köye gelmesi konusunda kandırıp köye getirmeleri için çocuklarına ricalarda bulunur. Böylece onuncu yılını doldurur teklif. Şehirlinin niyeti yoktur ama bu sefer ailesi de ısrara başlar. "Köylüye bunca hakkın geçti, onun için nice zahmetler çektin/ O da, sen ona konuk olsan da, borcunun bir kısmını olsun ödemek ister."[11]


 

Şehirli şüpheci ve temkinlidir, ihtiyât ve tedbir sahibidir;   

Akıllı bir insan olan şehirli, bu işin sonunda olacakları hesaplar, Mevlâna'ya göre aklın özelliği her işin sonunu hesap edebilmektir.[12] Tahminler yapan şehirli endişesini dile getirir: "Doğru fakat ey Sîbeveyh[13]; "İyilik ettiğiniz kişinin şerrinden sakının" denilmiştir/ Dostluk son demdedir; kokarım ki bir vahşet olur da, tohum bozulur.[14] Şehirli neden şüphe duymaktadır? Öncelikle şehir insanı için akıl tek kılavuzdur ve akıl kıyas yapar, kıyas ise endişe demektir. Endişe şüpheyi doğurur. Oysa akıl bazen meseleleri çözmek yerine her işe karışıp, illa ki üstesinden geleceğim diye üsteleyerek sorunu daha da derinleştirebilir.[15] Mevlâna işte bu akla isyan eder: "Ey örümceğe benzeyen akıl, yeter artık, ne vakte dek, bu ağı kurup duracaksın?"[16]

 

Şehirli korkaktır;

İkinci bir neden; şehrin sayıca çok insanların bir araya gelmesinden müteşekkil bir yer olması nedeniyle insanın güvenini kaybetmesine ve şüpheci yanının artmasına neden olacak birçok sahtekârlığı yaşamış, şahit olmuş veya duymuş olmasıdır. Bu da şehir hayatının insana sunduğu sosyal imkânların getirdiği dezavantajlardan sadece bir tanesidir. Şehrin sunduğu imkânlarla sınırlı özgüvenine rağmen şehir insanı, şehrin dışında korkak ve cahildir,[17] başına ne geleceğini bilmez ve bu yüzden de köye veya köylünün olduğu yere gitmek istemez. Hikâyemizdeki şehirli de bunun farkındadır ve bu yüzden, ne tür bir sıkıntıyla karşılaşacağını ve nasıl çözeceğini bilemediği köye gitmekte isteksizdir.      


Köylünün sohbeti menfîdir;

Şehirli, "Sohbet vardır, keskin kılıç gibidir; bostanı, ekini, kış gibi kesip biçer. / Sohbet vardır; ilkbahar gibidir; Her tarafı imâr eder, sayısız meyvalar verir."[18] Diyerek, köylünün gösterdiği ilgiye güvenmemek gerektiğini ima yollu ileri sürüp, çocuklarını ikna etmeye çalışsa da, başaramaz. Şehirliye göre dostluk son nefesin tohumudur, âhiret günü için, Allah rızası için yapılır.[19] Yani şehirli diyor ki; "Eğer ben köylüye misafir olursam, belki nefret verecek bir harekette bulunur ve bu hareket o ekilen tohumu ifsâd eder."[20] Köylü öyle yaltaklanır, öyle yalvarır yakarır ki, şehirlinin adeta basîreti kapanır, su gibi saf olan tedbiri bozulur. Bir taraftan da çocuklar; "Yemiş yer ve oynarız" diyerek babalarına baskı yapmaktadırlar. Mevlâna, "Yemiş yer ve oynar"[21] sözünü bilerek kullanır, çünkü bu söz, Hz. Yusuf'un ağabeylerinin -babasının tüm isteksizliğine, tedbirli ve temkinli davranmasına rağmen- Yusuf'u da beraberinde götürmek için babaları Hz. Yakup'a sundukları mazerettir. Bir Peygamber olduğu halde Hz. Yakup, nasıl bu söze kanmıştır? Bu, Mevlâna'ya göre, Hakk'ın acayip takdirinden vuku bulmuştur[22] ve bu Hz. Yusuf'un, babasının gölgesinden bir müddet uzak kalmasına sebep olmuştur.[23]



 

Köylü, fikrinde inatçı ve ısrarlıdır;

Nihayet tıpkı Hz. Yakup gibi, şehirli de çocukların bu ısrarına rağmen türlü mazeretler bulup gitmek istemez ama (serkeş şeytan gibi olan köylüye[24] bulduğu) bahaneler işe yaramaz ve tedbirinden vazgeçer ve köye gitmek için hazırlıklara başlar. Burada duralım ve bir soru daha soralım: Akıllı ve tedbirli bir şehirli, nasıl olur da bir köylünün ısrarına yenik düşer? Mevlâna şehirlinin köylüye kanmasını ve köye gitmeye karar vermesini anlatırken, kaza ve kaderden bahseder: 

•-        Vaktaki kaza nârencatın ahengini yaptı; bir köylü bir şehirliyi mat etti, (Allah'ın kazası, hileye azmedip sihirler göstermek ahengine başlayınca, cahil bir köylü, malumatlı ve bilgili bir şehirliyi alt eder.)   

•-        Binlerce hazm ile efendi mat oldu; o seferden ma'rîz-ı âfâta gitti, (Şehirli binlerce tedbiri ile beraber mağlup oldu, köye olan o seferde birçok afete maruz kaldı)

•-        O'nun itikadı kendi sebâtı üzerinde idi; Gerçi dağ idi, yarım sel, onu kaptı, (Efendi, köye gitmenin uygun olmayacağını biliyor ve kararında sebat ediyordu; ancak, Allah'ın kazasının tesiriyle bir dağ gibi olan itikadı, yarım selin etkisiyle yıkıldı)

•-        Kazâ-yı ilâhî felekten başını dışarı çıkardı; âkiller hep kör ve sağır olurlar. (İlâhî takdir kendini gösterdi mi, bütün akıllı kişiler kör ve sağır olurlar)[25] 



 

Şehirli, kendine aşırı güven duyar;

Nihayet şehirli, ailesiyle köye gitmek için hazırlıklara başlar. Artık o aldanmış kişidir. Bunun sebebi nedir? Kendi dayanma gücüne (aklına, iradesine, bilgisi ve kültürüne) pek güvenmesidir.[26] Ancak şehirlinin kendine duyduğu bu güven bir dağ gibi ise de, ilâhî takdirin seli, o dağı silip süpürür. 

Mevlâna, köye gitmek isteyen, kendine duyduğu aşırı güven sonucu aldanan şehirliyi uyarır ve şehir ile köy arasındaki farkları ortaya koyar:

•-        Köye gitme! Köy adamı ahmak eder; Aklı nursuz ve revnâksız (fersiz) eder.

•-        Ey berguzîde! Peygamber'in sözünü dinle: "Köyde vatan, aklın mezarı oldu." (Ey seçilmiş ve temiz kişi! Hz. Peygamber, "Köyü mesken tutmak, aklı mezara koymaktır" buyurmuştur.)

•-        Her kim bir gün bir gece karyede olursa; aklı bir aya kadar tamam olmaz, (Köyde bir gün geçirenin aklı bir ay yerine gelmez.)

•-        Bir aya kadar ahmaklık onunla olur; Köyün otundan bundan başka ne biçilir?

•-        O kimse ki köyde bir ay olur, uzun müddet cehl ve körlük onunla olur, (Köyde bir ay oturan kişide cehalet ve kalp körlüğü meydana gelir ve uzun müddet onu terk etmez.)

•-        Köy nedir? Vasıl olmamış şeyhtir; Elini taklidlere ve hüccetlere vurmuştur.[27] (Köy, hakikate ulaşamamış (sahte-taklitçi) şeyhtir; (O şeyh) Delillere ve taklitlere boğulup asıl maksada erişememiştir.)

 

Şehirli münevver insandır;

Mevlâna'ya göre, şehir ilim ve irfan kaynağıdır, şehirde oturanlar bunları duya duya münevver insanlar olurlar ve köylerde cehalet hüküm sürdüğü için aklî melekeler zayi olur.[28] Yine Mevlâna, köyü taklitçi şeyhlere benzetmektedir, bunlar Hakk'a vasıl olamamış, okuduklarını ezberlemiş, bununla oldum sanmış, halkı Hakk'a davet ediyorum diyerek kendi enâniyetine çağıran kişilerdir.[29] O zahmetli ve kötü köy yolu, aldanan şehirli ve ailesine güzel görünmüş, köye gidiş neşesinden cennet gibi olmuştur.[30] Gülerek, oynayarak, köyden kimi görseler öperek giden şehirli ailesinin neşesine diyecek yoktur. Mevlâna, bu noktada hikâyeye ara verir ve konuyla ilgili ara bir hikâye sunar; Mecnun'un Leyla'nın mahallesinde oturan bir köpeği okşamasını ve görenlerin bunu acayip karşılamasını anlatan hikâyede Mevlâna, surete (şekle) kapılıp gidenlerin maneviyattan (iç huzurdan) yoksun kalmaya mahkûm olduklarını haber verir.[31]


 

Şehirli şekli (görüntüyü) önemser;        

            Bu yüzden surete (şekle) kapılmış (köylünün tatlı sözlerine ve yaltaklanmasına aldanmış) ve yanlış bir söz üzerine (işin manasına akıl erdiremediği için) başına türlü sıkıntılar açmıştır.

            Hikâyeye devam edelim; yolda bir köy görürler, ancak o gidecekleri köy değildir. Böylece bir ay boyunca köy köy gezerler. Çünkü gidecekleri köyün yolunu bilmemektedirler. Bu, şehirlinin kendine duyduğu aşırı güvenin, bu güven sonucu aldanmasının ve köyün yolunu öğrenmeden yola çıkmasının sonucudur. Ne de olsa, "akılsız başın cezasını ayaklar çeker."

Mevlâna, burada (sadece aklının kılavuzluğuna güvenerek her şeyi halledeceğini zanneden) şehirliyi uyarır ve tembihlerde bulunur:

•-        Her kim kılavuzsuz yola giderse, her iki günlük yol, yüzyıl olur,

•-        Her kim delilsiz Kâbe'ye giderse; başı dönmüş bu zavallı (şehirli ve ailesi) gibi zillete düşer,

•-        Her kim üstadsız bir sanat tutarsa; şehirde ve köyde maskara olur. [32]

 

Mevlâna'ya göre zaten aklın en büyük sorunu budur. "Akıl, seni padişahın kapısının önüne götürecek kadar güzel bir matlûbdur."[33] Diyen Mevlâna'ya göre insan aklının kılavuzluğuna elbette güvenmelidir ama bu her işin üstesinden gelmek değil, her işi nasıl çözeceğini hesaplayabilmek anlamındadır. Çünkü Mevlâna, kendi aklını kullanma nispetine göre üç çeşit insandan bahseder: Buna göre olgun insanlarda bulunan ve rehberlik yapabilen akıl, tam akıldır. Yarım akıllı kişi ise, kendine ışık olamayan ve başkasına uyma basiretini gösteren kişidir. Tam körler olarak nitelendirdiği zerre kadar aklı olmayan kişiler ise, ne kendilerine ışık olabilmiş, ne de bir ışık kaynağı bulup ona uyabilmiştir.[34] Bu sınıflamaya göre, hikâyemizde şehirli aklını iyi kullanabilen bir kişi değildir. Bu yüzden köy yolu, şehirli için çok zahmetli olur. Bir ay boyunca köyden köye dolaşmaktan azıkları bitmiş, hayvanları yemsiz ve bitkin, kendileri de aç ve dermansız düşmüştür. Nihayet köye varırlar, ama bu sefer onları kötü bir sürpriz beklemektedir. Kurnaz köylü, onları tanımazlıktan gelir.

 

Köylünün sözüne güvenilmez;

Kötü niyetli köylü, davet ettiği şehirli misafirlerine yüz çevirir, bağına bahçesine girmesinler diye gündüzleri onlardan saklanır. Mevlâna habîs ve riyakâr diye tarif eder köylünün yüzünü ve "nesfeğam binnasiyeh"[35] sözüyle tanımlar. Şehirli köylüyü görür, selam verir, kendini ve şehirde ona yaptığı iyilikleri hatırlatır, ama köylü "Ben ne seni, ne adını, ne de yerini bilirim"[36] diyerek onu tersler. Böylece beş gün boyunca şehirli, köylünün merhamete gelmesini bekler ama nafile, köylü bir türlü insaf etmez. Beşinci gün yağmur yağmaya başlar. Şehirli artık dayanamayıp köylünün kapısına dayanır ve yalvarıp aman diler. Bütün yaptığı iyilikleri unutmuştur şehirli, "kanımı döktünse bile helâl olsun" der. "Yeter ki bize bir köşe ver." Köylü, lütfedercesine bahçıvan kulübesini sunar onlara, o da bir şartla; bahçıvan elinde ok ve yay nöbet tutmakta, kurt bekçiliği yapmaktadır. Eğer şehirli de bunu yapmaya razı olursa, kulübede kalmasına izin verecektir. Çaresiz şehirli kabul eder ve daracık bir köşeye ailesiyle beraber sığınır.

 

 

Köylüden dost olmaz;

O gece hepsi dua ederler: "İlâhî! Uğradığımız şu felaket, bize layıktır. Bu alçakça dost olanlara yahut da insan olmayanlara iyilik edenlere, insanlık gösterenlere bu hal lâyıktır."[37] Şehirli, elinde ok ve yay kurt bekçiliği yapadursun, kulübedeki sivrisinek ve pire, adeta kurt gibi şehirli ve çocuklarını ısırmaktadır. Şehirli, ansızın tepeden gelen bir karaltı görür, oku fırlatır ve hayvanı yere indirir. Hayvan yere düşerken (yellenme şeklinde) bir ses çıkarır. Bu sesi duyan köylü kalkar, dövünmeye başlar ve şehirliye kızar: "Vurduğun, benim eşeğimin sıpasıdır. Ben onu yel sesinden tanırım. Suyu şaraptan nasıl ayırt edersem, öyle tanırım sesini."[38] Köylü, gecenin karanlığını, havanın yağmurunu mazeret göstererek yanılabileceğini, köylüden iyice bakmasını ister. Köylü;  "O bana aydınlık ve gündüz gibidir; ben sıpamın yel sesini pekâlâ tanırım./ yolcunun yol azığını bilmesi gibi, yirmi yel arasından sıpamın yelini ayırırım."[39] Bunun üzerine şehirli dayanamaz, köylünün yakasına yapışır:

•-        Gece yarısı eşek yavrusunu tanıyan adam; on senelik yoldaşını nasıl bilmez,

•-        A hilebaz sersem, a bunak mendebur; sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin,

•-        Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da; beni nasıl tanımıyorsun be hey avare![40]

 

Mevlâna hikâyeyi burada bitirir ve şehirlinin ağzından köylüye ithamlarda bulunur. Bu ithamlar aslında, köylüyü kendini şeyh sanan ham kişiye benzetilmesinden dolayı, (Necip Fazıl'ın "kaba softa ve ham yobaz" diye tarif ettiği) bu tür taklitçilere yapılmış itirazlardır.    

 

Mevlâna, bu hikâyede köyü cehalet, köylüyü cahil ve ahmak, şehri ilim irfan, şehirliyi de akıllı ve bilgili kişi olarak vasıflandırmaktadır. O halde, bu ne acayip haldir ki, eğitimli, görgülü, akıllı bir şehirli, tam aksi özelliklere sahip bir köylünün hiç de güven vermeyen davetini kabul edip köye gider ve ona bu şekilde davranmasına müsaade eder? Şehir insanı bilgili ve ufku geniş olduğundan tedbirli ve ihtiyatlı kişidir. Yapacağı işin sonunu hesaplayarak eğer faydalı ve insanlığın hayrına olacaksa yerine getiren kişidir. En büyük sorunu ise, bilgisinden dolayı aklına duyduğu aşırı özgüvendir. Bu özgüven, onun bazen gerçeklere gözünü kapamasına ve (her türlü temkinli tavrına rağmen) cahil bir insanın kuyusuna düşmesine neden olabilmektedir. Mevlâna, şehir insanının bu aldanışını yine bir şehir temsiliyle verir: "Birisi rüyada bir şehirde garip kaldığını, orda bir tek bildiği olmadığını, başıboş dolaşıp durduğunu görür. Ne kimse onu tanır, ne o kimseyi. Pişman olur adam; tasalara dalar, hasretlere düşer de "ne diye bu şehre geldim, bir tek dostum yok" demeye, elini eline vurmaya, dudağını ısırmaya koyulur. Derken uyanır; bir de bakar ki ne şehir var, ne halk. Anlar, bilir ki o tasalanma, o eseflenme, o hasret,  faydasızmış; o hale pişman olur, yiten zamana acır. Fakat bir kere daha uykuya dalınca rasgele kendini gene öyle bir şehirde görür, gene gamlanmaya, hasret çekmeye koyulur, pişman olur o şehre geldiğine; hiç düşünmez, hiç aklına gelmez de demez ki "ben uyanıkken gam yediğime pişman olmuştum, bu bir rüyaydı, faydası bile yoktu; şimdi de öyle işte." Tıpkı bunun gibi halk da kuruntusunun, tedbirinin asılsız olduğunu, boşa çıktığını, hiçbir işi dileğince yürümediğini yüz binlerce kez görmüştür. Fakat Ulu Tanrı, onlara bir unutmadır verir; hepsini unuturlar da kendi dileklerine uyarlar. "Gerçekten de Allah, insanla insanın gönlü arasında bir engel olur."[41]



Şehirli maddî açıdan güçlü, manevî açıdan zayıftır;

Yine Mevlâna, şehrin asıl kimliğini sahip olduğu binaların, yolların, alış veriş merkezlerinin değil, içindeki insanların oluşturduğuna inanır:

 

Öylesine şehirler ki dilediğini bulursun o şehirlerde;

Yok yok, herşey var; ancak ulu kişiler yok.

 

"Bir şehir ki orda güzel yüzlülerden, tatlardan, insanı iştaha getiren, özendiren şeylerden çeşit-çeşit bezentilerden ne dilersen bulursun; ancak akıllı birini aradın mı, bulamazsın o şehirde. Nolurdu, bunun tersi olsaydı. O şehir insanın varlığıdır. O varlıkta binlerce hüner olsa da o anlam olmasa o şehrin yıkılması daha yeğ"dir.[42] Bir şehirde âlim, bilge kişilerin olması için o şehirdeki insanların inançlı kişiler olması gerekir. Ama bu zevklerine düşkün, bolluk ve lüks, zevk ve eğlence içinde yüzen şehirli için zayıf bir ihtimaldir. Şehvetlerini tatmin etmek için türlü ahlâksızlıkları hoşgören şehir insanının utanma duygusu bile gitmiştir.[43]  

 

Köylü kendi bildiğinden şaşmaz;

Aklıyla her işin üstesinden geleceğini sanan şehir insanı, yine de köylünün karşısında üstün niteliklere sahiptir. Köylü ufku dar, bilgisi az ve inatçıdır. Ayırt etme, farkını ortaya koyma kabiliyetinden yoksundur. Söz de ayırt etme kabiliyeti olan insana tesir eder: "Şimdi bu sözleri söylüyoruz ya, kimde ayırdetme kabiliyeti varsa kazanır; kimde ayırdetme kabiliyeti yoksa bu söz, onun katında yitiktir. Hani akıllı-fikirli iki şehirli, bir köylüyü esirgerler, faydalanması için gidip tanıklıkta bulunurlar. Fakat köylü, bilgisizliğinden öyle bir lâf eder ki lâfı, ikisinin sözüne de aykırıdır; tanıklığın da hiçbir sonucu olmaz, adamların çabası da yitip gider. Bu yüzden, "Köylünün tanığı kendisidir" derler."[44]

 

Günümüzde, köyden kente göç, gecekondulaşma, kırsal kültür-kent kültürü çatışması gibi sorunlarla mücadele eden ve bir yandan da modernleşme gayretini sürdüren şehir kimliğinin yaşadığı sıkıntıların çözümü için nereden başlamak lazım? Bu, ülkemizin yaklaşık bir asırdır tartışageldiği bir sorundur ve şehrin merkezine köylüyü sokmayan valilerimizden, "köylülük yok edilmesi gereken bir zihniyettir" diyen aydınlarımıza kadar değişik görüşler mevcuttur. Bir de Mevlâna'yı dinleyelim: "Bir köylü şehre gelir, bir şehirliye konuk olur. Şehirli ona helva getirir. Köylü, iştahla yer. Sonra da "a şehirli" der, "ben gece-gündüz havuç yemeye alışmıştım; şimdi helvayı tattım, havucun tadı gözümden düştü. Her zaman helva da bulamam; elimde bulunandan gönlüm soğudu; ne yapayım ben şimdi?" Köylü helvayı tattı ya, artık şehre kapılır; çünkü şehirli, gönlünü çaldı onun; çâresiz o da gönlün peşine düşer, gelir."[45]

 

Demek ki şehre gelen köylüye, helva (şehrin nimetlerini) sunmak değil, helvayı (şehrin imkânlarını) nasıl elde edeceğini göstermekle başlamak gerekiyor.  

 

NOT:  Şehir ve Medeniyet Dergisi Temmuz 2011 sayısında yayınlanmıştır.



[1] HALDUN, İbn, Mukaddime, Çev.: Halil KENDİR, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Eylül 2004, I. Cilt, Üçüncü Fasıl, s. 160

[2] ÇELEBİOĞLU, Amil, Prof. Dr., Anadolu'nun Türkleşmesinde Mevlâna'nın Rolü, Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, İstanbul 1990, s. 223-248. KOCA, Salim,  Prof. Dr., Diyâr-ı Rûm'un (Roma Ülkesi= Anadolu) "Türkiye" Hâline Gelmesinde, Türk Kültürünün Rolü, Türklük Araştırmaları Dergisi,  Sayı: 5, İstanbul 1990, s. 1-53, ÖZTÜRK, Nazif, Mevlâna ve Mevleviliğin Türk Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi................. 

[3] EFLÂKÎ, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri, Çev.: Tahsin YAZICI, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006, s. 72-82

[4] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 236-281, 412-431, 439-473, 497-566, 598-720

[5] MEVLÂNA, Mesnevî, Veled Çelebi İzbudak Terc., MEB Yay., İstanbul 1995, III. Cilt, s. 19 

[6] MEVLÂNA, Mesnevî, Tahirü'l-Mevlevî Terc., Şamil Yay., İkinci Baskı, IX. Cilt, s. 62

[7] MEVLÂNA, Mesnevî, Ahmed Avni Konuk Terc., Kitabevi Yayınları, İstanbul 2008, V. Cilt,  s. 80

[8] MEVLÂNA, Mesnevî, Şefik Can Terc., Ötüken Yayınları, İstanbul 1997, III-IV. cilt, s. 29

[9] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 247-48

[10] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 253-55

[11] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 260-61

[12] Mevlâna, Mesnevî, II. Cilt, b.: 1540-41 "Aklın hassası, akıbeti görmektir; akıbeti görmeyen akıl nefsle aynıdır."

[13] Sîbeveyh burada akıl ve rey sahibi anlamındadır. Yani Mevlâna, şehirliyi akıllı ve fikir sahibi olarak görmektedir. KONUK, a.g.e., s. 84 

[14] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 263-64

[15] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 2525. Mevlâna, bu beyitte aklı tarif ederken "Kar-efzâ" tabirini kullanmaktadır, bu kavramla "Sebep ve müsebbibleri uzatan, işi dolandırıp duran" anlamını kastetmektedir. Ona göre bu tür akıl filozoflarda bulunur.    

[16] MEVLÂNA, Dîvân-ı Kebîr, Gölpınarlı Terc., a.g.e, I. Cilt, b.: 8, s. 15.

[17] HALDUN, İbn, Mukaddime, Çev.: Halil KENDİR, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Eylül 2004, I. Cilt, Beşinci Fasıl, s. 166

[18] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 265-66

[19] MEVLEVÎ, a.g.e., s. 88, CAN, a.g.e., s. 31

[20] KONUK, a.g.e., s. 85

[21] YUSUF, 12/12 ayetine işaret etmektedir. 

[22] MEVLÂNA, Mesmevî, III. Cilt, b.: 417-18

[23] MEVLEVÎ, a.g.e., s. 110, KONUK, a.g.e., s. 125

[24] Köylünün (fikrinde inat ve ısrar edici yönüyle) karakteri burada şeytana benzetilmektedir. KONUK, a.g.e., s. 130, MEVLEVÎ, a.g.e., s. 117

[25] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 466-69, KONUK, a.g.e., V. Cilt, s. 138

[26] CAN, a.g.e., s. 32

[27] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 517-22

[28] KONUK, a.g.e., s. 151

[29] MEVLEVÎ, a.g.e., s. 138, KONUK, a.g.e., s. 152

[30] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 537

[31] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 567-84

[32] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 589-91

[33] MEVLÂNA, Fî hi Mâ Fîh, a.g.e., Yirmi yedinci Fasıl, s. 103

[34] MEVLÂNA, Mesnevî, IV. Cilt, b.: 2187-2200

[35] ALAK, 96/15 ayetine işaret etmektedir. Ayette, bu tür riyakâr ve habîs yüzler hakkında (Ebu Cehil'den dolayı) "Allah hakkı için, Eğer vazgeçmezse, alnının perçeminden yakalar, çekeriz" buyrulmaktadır. 

[36] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 618

[37] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 636-37

[38] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 654-56

[39] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 660-61

[40] MEVLÂNA, Mesnevî, III. Cilt, b.: 664-66

[41] MEVLÂNA, Fî Hi Mâ Fîh, Abdülbaki GÖLPINARLI Terc., İnkılap Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009, s. 140

[42] MEVLÂNA, Fî Hi Mâ Fîh, Abdülbaki GÖLPINARLI Terc., İnkılap Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009, s. 161

[43] HALDUN, İbn, Mukaddime, Çev.: Halil KENDİR, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Eylül 2004, I. Cilt, Dördüncü Fasıl, s. 163

[44] MEVLÂNA, Fî Hi Mâ Fîh, Abdülbaki GÖLPINARLI Terc., İnkılap Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009, s. 126

[45] MEVLÂNA, Fî Hi Mâ Fîh, Abdülbaki GÖLPINARLI Terc., İnkılap Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009, s. 161-62