Çocukluğum bir enkaz halindeydi. 

 

 

Babamın görev yaptığı cami, caminin lojmanı, avlu, her şey tarumar olmuştu. Sanki çocukluğum elimden alınmış gibi üzüldüm.

Buraya, çocukluğumun dört yılını geçirdiğim Ortakışla Köyü’ne babamı daha iyi anlamak için mi gelmiştim, kendimi anlamak için mi? Ve neden yaşım ilerledikçe babama olan sevgim artıyor?

Bir köy camisi bir çocuğun hayatında ne kadar önemlidir?

Soğuk kış aylarında bu cami bahçesinde, karlar içinde top oynardım. İlk kez sapanla bir kuşu bu cami avlusundaki ağaçta yaraladım. İlk vicdan azabımdı.

Geceleri evimiz çok soğuk olurdu, tuvalete dışarıya giderdik. O korkutucu karanlığın içinde tuvalete giderken çocuk yüreğim binbir gece masallarını aratmayan hayallerle dolup taşardı.

Cami avlusundaki kireç badanalı bir oda bir salon evimizin çatısında geceleri fareler gezinir, tıkırtısından ablam ve ben bir süre uyuyamazdık. Annem, “Uyumazsanız fare gelir, sizi ısırır” diye korkuturdu bizi. Hâlâ gece bir tıkırtı duysam korkarım.  

Namaza, müezzinliğe başladığım, bahçesinde top, saklambaç, körebe oynadığım, babamdan dayak yediğim, ESEM sport ayakkabılarımla duvarlarında gezindiğim, köylünün hediye ettiği koyunlarımızla vakit geçirdiğim, babamın doğurmayan inekler için muska yazdığına şahit olduğum bu köy camisinin en çok avizelerini hatırlıyorum. O koku. Camiye girer girmez beni saran, kuşatan, garip bir huzura davet eden o koku.

Annem, kahvaltıyı hazırlayıp “Git babanı kaldır” dediğinde koşup üstüne atladığım babamın yatakta benimle oynarken üstüme sinen kokusuyla bu caminin kokusu hiç silinmedi üzerimden.

Her Perşembe günü, köylünün adet belleyip imama hediye getirdiği yumurta, peynir, yoğurt, yufka gibi erzaklarla dolup taşan evimiz.

Muhtar Vehbi’nin kocaman bahçesinde gezer, yüz yıllık pelit ağacının gölgesinde serinlerdim. Dudu yenge bugün de o zamanki gibi cömert ve konuksever.

Şimdilerde şark köşesi denilen şekilde düzenlenmiş köy evlerinin odalarında yediğim bazlamanın tadı, ilk kez bindiğim ve beni sırtından fırlatıp atan eşeğin koşuşu, okul bahçesinde akşam karanlığına kadar top oynadığımız taştan kaleler, tandır başında yufka yapan kadınların sevaptır kabilinden bize sundukları közde pişmiş patatesler, yağmur duasına çıktığımız tepeler, tavşan avına çıktığımız dağlar, köylünün hediye ettiği koyunlara çobanlık yaptığım geniş çayırlar, caminin önündeki mezarlığa dair dinlediğim hikâyeler, Topal Kemal’in bacağıma yapışan köpeği, köyün gençleri toplanıp karşı köye maça gittiklerinde babamın vermediği izinler, köye gelen arabanın etrafına üşüşmelerimiz, Özal’ın afişini büyük bir heyecanla taşıyan köylünün yüzündeki umut, köye haftada bir gelen fırıncıdan somun ekmek alırken daha çok alsın diye babamıza yalvarmalarımız… Köye ikinci bakkal yapılırken eski bir inşaatçı olarak rafları yapan babamın yardımına karşılık bana sonsuz bisküvi ikram eden bakkal amca, yaptığım aksiliklerin üstünü örtüp bana sırdaş olan ablamın çiçek desenli kırmızı fistanı, tarlasından yeşil soğan çaldık diye beni babama şikayet eden kadının cami avlusunda yediğim dayağı seyredişi, bütün anılarımın caminin ve babamın etrafında şekillendiğini fark ettim.

    

Hasat zamanı muhtar Vehbi amca ve babamın bir traktörün römorkuna binip ev ev gezdiği, imamın yıllık ücreti için herkesin buğday, arpa, artık neyi varsa tenekeyle verdiği, sert ve soğuk kışlarında kızak yapıp bayır aşağı caminin yanındaki yokuştan aşağı kaydığımız köyün sakinleri gitmiş, iki yüz haneli köy on haneye inmiş. Konya, Polatlı, Bursa, Almanya, İsviçre, Belçika ve Hollanda’ya giden gençler artık gelmiyorlar. Otuz yılda çok şey değişmiş. Ortakışla, bir savaştan çıkmış gibi harabeye dönmüş. Babamın camisi gibi…

Çocukluktan tanıdığım birkaç arkadaşım dışında kimse yok. Okulumuzun hemen yanı başında evleri bulunan İsmail, köydeki en iyi arkadaşım olan Bayram’ın abisi Tevfik dışında. Köyün yaşlıları da parmakla sayılacak kadar az. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere dönmüş geçmişim. Nedendir, köyün yeni camisine tuhaf bir yabancılıkla baktım. 

Toprak merdivenlerden inip sıraya girerek su doldurduğumuz çeşme duruyor. O yaşlarımda bu çeşme yolu o kadar uzun görünürdü ki gözüme, ablam suya gitsin diye türlü oyunlar yapar, evden kaçıp erik bahçesine giderdim. Meğer on adımlık yermiş. Okul yolu gibi.

Karlı kış günleri, çizmelerimize güvenip adımlarımızı içine daldırdığımız diz boyu karın yüzümüze vurduğu okul yolunda açan güneşle birlikte gökyüzünün gözlerimizi kamaştıran parlaklığını hatırlıyorum. Okula giderken uğradığımız bakkal Hacı Ömer’i.

Okuldan döner dönmez önlüğü bir yana, çantayı bir yana atarak, ısıra ısıra yola koyulduğumuz somunun bedenimize kattığı enerjiyle çayıra koşardık. Ben imam çocuğuydum, benim lastiklerim yoktu. Hep lastik ayakkabı ile top oynamayı istedim. Hâlâ istiyorum…  

 

     

Köyde gezdiğim her yerden babamın sesi geliyor kulaklarıma. Ne kadar uzak olursa olsun, babamın “Ekreem” diye bağıran tok sesini duysam bacaklarım titrer, hemen sesin geldiği yöne koşardım. Kaybettiği sevgilisinden bir iz arayan âşık gibi gördüğüm herkese babamı soruyorum. Biri kötü bir şey söyleyecek diye ödüm kopsa da sormaktan vazgeçmiyorum. Babam nasıl biriydi, bunu görebiliyorum. Çünkü konuştuğum yaşlılardan biri “Baban on yıl kaldı burda” diyor, bir diğeri “on iki sene görev yaptı.” Halbuki babam sadece dört sene kaldı bu köyde. Sonra ben iyi bir eğitim göreyim diye memur olup ilçeye taşındı. Ve biz geçim sıkıntısı denilen şeyle tanıştık. Köydeyken babam beni Konya’ya, özel göz doktoruna götürürdü, memur olunca özel doktoru unuttuk.

Sanki babam elimden tutmuş, beni hatıralarımın içinde gezdiriyor. “Bak oğlum, sana ilk sapanı bu ağaçtan kopardığım dalla yaptım.” Köyün en güzel sapanı benimdi. “Kendine zarar verirsin diye sana kızak yapmamıştım. Sen ağlayınca dayanamayıp sana bir kızak yaptıydım.” Köyün en sağlam kızağıydı. “Sen bronşit geçirince gece yarısı bir araba ayarlamış, seni kucağımda hastaneye yetiştirmiştik. O arabanın sahibi bu evde oturuyordu. Çok soğuktu oğlum, o gece çok soğuktu.” Babam söylemiyor ama o gece ölümden dönmüş de olabilirim. “Televizyonumuz yok diye sen her Cumartesi film izlemeye komşunun evine giderdin ablanla. Sonunda bana otuz yedi ekran televizyon aldırdıydın kerata. Bak o televizyonu bu evde oturan adamdan almıştım.” Minti Memet derlerdi, o zaman Minti sakızları vardı. Evinde herkes uyurdu, ben ve ablan TRT yayını kapatıncaya kadar beklerdik. Dayanamadı babam, aldı bir televizyon.

Belki de bu yüzden zoruma gitti caminin enkazıyla karşılaşmak. Babama saygısızlık yapılmış gibi hissettim. Ona anlatsam üzülür mü acaba?

Babam en büyük hocam oldu sonraki yıllarda. Bütün öğretmenlerimi bir yana, babamı bir yana koydum. Bana Kur’ân dersi veren ilahiyat mezunu hocam, babamdan Kur’ân dersi alırdı. Bilirim ki babam, oğlu bu yabancı ilçede yalnız kalmasın diye lojmanlı camiye tayini çıktığı halde gitmedi. Bilirim ki babam, ben üniversite okuyayım diye maaşının üçte ikisini bana yolladı yıllarca, gerisiyle üç kişi geçindiler.  

O cami kokusunu içime çekmeye, babamla başbaşa sabah namazı kıldığımız, benim tir tir titreyip ses çıkaramadığım, babamın saçımı okşayıp elimden tutarak götürdüğü o caminin avizesini görmeye gelmiştim. Hiçbiri yoktu. Öylece kalakaldım.

Kırkına merdiven dayayan benliğim, babamın gölgesini arıyor her yerde…

 

 

 

http://ortakisla.blogspot.com.tr/2015_09_01_archive.html

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile