nazanbekiroglu"İsimle Ateş Arasında" Nazan Bekiroğlu
Dibace
Su kıyısında. Gece. Karanlıkta uçuşan kelebekler. Mavinin hüznü ve yeşilin sükûtu eşliğinde. Havf ve reca arasında. Nakş-ı ber âb âleminde bir yazıcı. Bir kadın. İki çocuğa anne. Daha sonra yazar. Bir üniversitede ders veriyor. İsminin önünde başka bir isim yok henüz. "Kelimelerin kifayetsiz olduğunu" fark ettiği günden bu yana, lisanın ve her şeyin kusursuzunun başka bir dünyada durduğunu biliyor. Ve her şey gibi, aşk gibi, güzel koku gibi, kelimelerin de bu dünyaya düşen gölgesi, "Sanat gibi, kandırmıyor sadece susatıyor". Öyleyse varılan yerde aradığını bulmak yok, sadece haber var. Kusurlu kelimelerle konuşuyor ve yazıyoruz biz. Buna son yok. Hep böyle olacak. Ya susacaksınız ya kusurlu kelimelerle anlatmanın yangınını deneye duracaksınız. Ezel günü herkes gibi, bir kadere de, O talip olmuş olmalı. Yaşadığı ve yaşayamadığı bunun süreği. Amenna!

"Su üstüne nakış tutmaz diyen bura gelsin." Ebru'nun hikayesini konuşuyoruz. "Adem kadar masum. Havva'nın bağışlanışı kadar inandırıcı." En ilkel ama en samimî tercih (mektup) yerine, en medenî ama en soğuk tercih (bilgisayar) ikliminde. Ben sordum, O cevapladı. Bir üçüncü vardı bunu bilen. O, her şeyi hakkıyla bilendi.

 

Önce müessir. Yazı talep. Yazar ise talip. Öte yandan kadın. Talip-matlup ilişkisinde, dünden bugüne matlup olan kadın. Hem kadın (Matlup), hem yazar (Talip). Üstelik de anne. Bu nasıl bir denklem? Hayat size nasıl bakıyor?

Hayır, yazı talep değil. Benim zaviyemden bakınca, yazarın talip olduğu doğru ama yazıya değil, yazının "hatırlattığı" şeye talip. Yazının hatırlattığı şey ise meselâ Tanpınar'ın "ruhun ani bir cehdle kendi gerçeği ile karşı karşıya gelmesi" olarak tarif ettiği şey. Yazarken hatırladığınız şey. Bunu özlediğiniz ve en önemlisi bunu özlediğinizi fark ettiğiniz, yani adını koyduğunuz zaman, gündelik talep matlub ilişkileri çoktan aradan çıkıyor ve kalplerin cinsiyeti kalmıyor. Kaldı ki hem kadın hem anne hem yazar olanın yani ki bütün evrenin özeti esma cihetiyle kendisinde çıkartılmış olanın yazıdan yana bereketi azımsanamayacak bir bereket. İyi bir denklem hasılı.

 

Bir annenin ve bir yazarın coğrafyası. Hangisi daha geniş? Mehmet Kaplan'ın "Bütün edebiyat fakültelerinde kitapları okutulan meşhur bir yazar yerine, aile sahibi bir çoban olmayı yeğlerdim" ızdırabına binaen.

Hoca'ya hak vermemek mümkün değil. Anneliğin coğrafyası elbet en geniş olan coğrafya ve cennet yazarların değil annelerin ayakları altında, hâlâ. Fakat melekler harflerini terk etmeye görsün, o zaman insanın gerçek anlamda mutlu olması için "aile sahibi bir çoban" olduğunu da bilmesi ve bunun adını koyabilmesi gerekiyor. Eğer mutlu olduğumu bilmezsem mutlu olduğumdan nasıl bahsedebilirim? Anlayacağınız hal ile kâl, mesnevi ile roman, cennet ile sürgün arasında. Yine.

 

Sahi. Niçin yazıyorsunuz? "Huz ma safa, dağ ma keder" mi?

"Hoşuna gideni al gitmeyeni bırak!" Hayır, tabii ki değil. Yanmanın tarihini yazmak için, içinde ateş sözcüğü geçen bütün yazıları okuyacak ve aralarında seçim yapacak zamanım yok benim. Sadece ateşe düşebilirim. Düşerken çıkardığım ses bir çift kanat yangını, duyarsınız, hoşunuza giderse, a sesi ne kadar güzelmiş, dersiniz. Bir bu. Bir başka istiareyle: İnanılmaz bir fanilik duygusuna düşen, fanilik duygusunu yenmek için ezelî olduğunu hatırlamak ister. Ve ruhu kendi ezeli gerçeğiyle karşı karşıya getirecek, yani ki hatırlatacak kapıları çalmaya başlar bir bir. Bilim, felsefe, sanat, din. Ve kendi defterlerinin arasında ya da edebiyat tarihinin sahifeleri arasında fani olacak yazılar yazmaya başlar. Çünkü yazının kendisi değil, hatırlattığı, ona bekayı temin etmektedir. Gerçek yazma anları, yazının en haber verici, en peçe kaldırıcı olduğu o anlardır. Size neden yazdığıma ilişkin böyle birkaç istiare daha çıkarabilirim, hepsi aynı son-uca çıkar. Fakat bütün bunlara rağmen hiçbir şey aynı anda tek şey olmadığından, belki öyledir de ben öyle olamadığımdan, söylemesem ölüyorum, söylesem söylediğim beni öldürüyor. Bütün yazdıklarımı toplayıp Ayasofya hamamının külhanında yakmak arzusu geçiyor içimden sonra. Sonra oturup yeniden yazıyorum. Ezel günü kaderler dağıtılırken buna talip olmuş olmalıyım. Mukavele.

 

Şimdi eser. Önce Nun Masalları. İnanmak mı öncedir, anlamak mı? "Anlatsam ben aşkımı yok ediyorum, anlatmasam aşkım beni" diyen Genç Mezarlık Bekçisi neyi görmek istiyordu hayattan? "Heme O'st-heme ez O'st" arasında bir tercih mi?

Nun Masalları XX. Asrın "bilinci yaralı" yazıcısının kıymetleri ile giydirilmiş kahramanların hikâyeleri. Anlatmak isteyen yanıyla modern, anlattığını yakmak isteyen yanıyla geleneksel kahramanlardır onlar. Bu yüzden sık sık Nun Masalları'nın tarihi gibi görünen ama tarihi olmayan hikâyeler olduklarını tekrar etmek ihtiyacını hissediyorum. "Kalıcı ve saf olanı, bitimsiz olanı" görmek isteyen Genç Mezarlık Bekçisi, kapıları açamayandır. Onun gerçek "bulması" ancak Onların Son Hikâyeleri iledir, ki o zaman da hikâye çoktan Genç Mezarlık Bekçisinin hikâyesi olmaktan çıkıp Son Padişah ve Onun Şehzadesine devredilmiştir. Yeni acılar ve yeni hikâyeler olsun diye. Bulanlar sessiz sedasız yaşayıp gidiyorlar, çığlık bulamayanların payı, demişti bir öğrencim bir gün. Ve modern zamanların yazıcısı bu çığlığın arkasında. Nun Masalları bu yüzden mesnevi değil. Mesnevi olsa, kaynağından ayrı düşen suyun daha başlangıçtan belli güzergâhında çatışmasız çektiği acıları anlatacak sadece. Roman/hikâye ise meçhul güzergâhında meçhul macerasını yaşayan bireyin çatışmalarını anlatmaya talip. İnanmak mı anlamak mı, her şey O'ndan mı O mu tercihlerinde tökezlemesi ise Genç Mezarlık Bekçisinin bu bilinci yaralılıktan. Cenneti bir kez kaybedenin ona bakabileceği yer ancak bir dünya sürgünü olabilir. Masum ve mazlum belki ama yine de sürgün.

 

Sonra Mor Mürekkep ve Mavi Lale. Mevlâna'nın "Arayan insana arayış verir" dediği kelimeler. Kelimenin de bir perde olduğunu bilen Nazan Bekiroğlu, vardığı yerde aradığını bulabildi mi? Yoksa aramaya yeni mi başlıyordu?

"Kelimelerin kifayetsiz olduğunu" fark ettiğim günden bu yana lisanın ve her şeyin kusursuzunun başka bir dünyada durduğunu biliyorum. Ve her şey gibi, aşk gibi, güzel koku gibi, kelimelerin de bu dünyaya düşen gölgesi, "Sanat gibi, kandırmıyor sadece susatıyor". Öyleyse varılan yerde aradığını bulmak yok, sadece haber var. Kusurlu kelimelerle konuşuyor ve yazıyoruz biz. Buna son yok. Hep böyle olacak. Ya susacaksınız ya kusurlu kelimelerle anlatmanın yangınını deneye duracaksınız. Onlarla hicrete mahkûmuz. Fuzuli Mecnun'a, Nedim vasfettiği dilberden özge dilbere. Yazıcı Mansur'a, göçüp duracağız. Mevlâna'nın susmanın güzellemesini yapan mısralarına fazla aldanmamak lâzım. Susmanın o kadar güzellemesini yapmasına rağmen ondan da geriye bir koca Mesnevi kalmıyor mu? Mevlâna gümüş değilse, susmanın hiç olmazsa bazı durumlardaki altınlığı tartışılmalı. Kutsanan susmak, söyleyen susmak değil mi, susan susmayı kim ne yapsın? Öyleyse hâle uyan sözdür makbul olan, Mevlâna'yı kıymetdar kılan. "Gül gibi hem susan hem söyleyen".

 

Ve Yusuf ile Züleyha. Bir peygamber'in aşkını yazmak. Kelâmın kaldırabildiği kadar. Sormak istiyorum: Bütün isteklerinden vazgeçmek, hangisinin tercihiydi? Yusuf'un mu Züleyha'nın mı?

Harama dokunan bütün isteklerinden vaz geçmek, makul mesaj içinde işaret edilen noktaysa eğer, Yusuf zaten bu donanımla yaratılmıştır. Peygamberdir ve masun ve ma'sumdur. Korunmuştur. Tercih hakkı yok. Diyor ya ayet, "Eğer Rabbinin işaretini görmeseydi". Oysa Züleyha peygamber değil, melek de değil, günaha açık bir yanı var, bütün zaaflarıyla insan, dahası kadın. O zaman harama dokunan bütün isteklerinden vaz geçmeyi öneren yolda yürümeyi başarmak Züleyha'nın payına düşüyor. Tekâmül. Ve böylece biz (mesnevi dünyasında görüntü veren bir Züleyha figüründe) "arınan kadın" tipi ile karşılaşıyoruz. Mesnevi'de aklanan Züleyha Kur'anîdir. Çünkü kötülük mutlak değildir ve kendisini tezkiye eden her ruhun Rabbisine geri dönebileceği Kur'an'daki temel müjdelerden birisidir. Ve dahi bir yazar için statik Yusuf tipine rağmen bir değişimi yüklenen Züleyha tipinin daha fazla yazma bereketi ve kışkırtıcılığı taşıması da bundandır. Bir başka deyişle mesnevi şairinin hareket noktası Yusuf'tur, ama modern bir metin yazan yazıcının ilgisi Züleyha tipi üzerinde yoğunlaşır. Biraz önceki cevapta değindiğim suyun kaynağına dönme macerası yüzünden. Yûsuf malûm macerasını yaşarken kendi macerasını çizmek Züleyha'nın yazgısının bir parçasıdır.

 

"Allah bir kulunun, başka bir kulunu kendisini sevdiği gibi sevmesine müsaade etmiyor." Sizin kahramanlarınız bunu ne zaman öğrenecek? Başka bir ifadeyle, Nazan Bekiroğlu'nun kahramanları, aşkı daima "Cem" makamında yaşıyorlar. Nedendir, bir türlü "Fark" makamına geçemiyorlar. Geçseler bile aşkları çoktan bitmiş oluyor. Bunun nedeni, sizin dünyanız mı, yoksa sizin seyrettiğiniz dünya mı?

Görüp de kılamayan, bilip de eyleyemeyen. Yolu yürüyen, kapının önüne gelen ama bir türlü eşiği geçip de içeriye giremeyen. (Tek istisnası Yusuf ile Züleyha. Ki o da bir kıssa nasibinden nasiplendiği için böyle). Ne zaman öğrenirler bilmem ama Numan " Rabbim" dememiş miydi, "Onu senden daha çok sevmemiştim ki, neye rakip sıfatınla girdin araya?". Hayat, bilginin de üstünde seyredecek kadar abes. Bunun nedeni yazıcının hem dünyası, hem seyrettiği dünya elbette. Hiç kimse masum değil.

 

Ve "İsimle Ateş Arasında" tarih. Osmanlının en çetrefilli meselesi yeniçeri. Ve onun hikâyesini yazmak. Buhur tütsüleri ve filbahri kokusuyla, "Geç geldin erken gittin" bir sevgili, beklenen ölümleri geciktirmeye çalışan veya istemese de kabul eden padişahlar. Bugüne değin, "günah keçisi" olarak bilinen yeniçeriye tarihçiler haksızlık mı yapıyor? Gücü elinde tutana hizmet eden tarihin, kadın kalbinin merhamet ırmağında yıkanması, onu insaflı olmaya bir davet midir?

Öyledir. Ben, "İstanbul'u fetheden yeniçeri"nin hadisle övülmüş bir ordunun neferi olduğuna inanarak yazdım ama Genç Osman'ı Yedikule yollarında yürütenlerin de yine yeniçeriler olduğuna inanarak yazdım. Zaten onların hikâyelerinin içerdiği müthiş trajedi, öyle başlayıp böyle bitmenin şaşkınlığı, başlarken muhteşem, biterken erzel, savunusuna memur olduğu el tarafından vurulan yeniçeri, ve savunusuna memur olduğu başı götüren yeniçeri. Bu müthiş ve yazar olarak bu trajediye kayıtsız kalmak mümkün değil. Tarihe gelince. Tarih bilimi vahiy gibi mutlak değil. Farklı noktalardan bakıldığında dünya haritası farklı çiziliyor. Öyleyse "bir de böyle bakalım, bir de bu taraftan", bu. Merakı aykırı, bakışı aykırı, yazısı aykırı bir kadın eli. Kim haklı diye sorarsanız kesin cevabı yok, bilmediğimden değil, olamaz da ondan. Herkes haklı değilse de mazur. Yeniçeri bozulmakta, II. Mahmud onları ateşe atmakta mazur. Şehzade iyi padişah olamamakta, padişah sefere çıkmamakta. Yeniçerilerin tarihini tarihçiler yazsın elbet. Fakat birey kalbinin tarihçesinin resmi tarihin hükümleriyle ne kadar az uyuştuğunu fark ettiğimden beri bunu anlatmayı deniyorum.

 

"Kayra." Galiba eksik olan bu. Nazan Bekiroğlu'nun kahramanları, var olmak kayrasından mahrum. "Ya aklım ya aşkım beni terk etsin" istiyorlar. Öyle bir susuzluk ki bu! Küple, testiyle gitmeyen bir sarhoşluk. Ama sevgilinin güzelliği de yetmiyor bu aşıklara. Mesela Mansur. Daha fazlasını istiyor. Derdi ne bu aşığın? Dağın parçalandığını görüp, bayılmak mı?

Derdi ne bu âşığın? Ne acı soru! Numan'ın, siz Mansur diyorsunuz ama ben onu kendi adıyla anıyorum, Numan'ın derdi elbette dağın parçalandığını görmek ve bayılmak. Aşkın varmak istediği nihai nokta, aklın iflâsına memnuniyetle tanık olmak değil midir? Lakin niyeti halis olana, aklın terazisi hediye edilir Nihade tarafından. Ev, diyor ev yok, defter, diyor defter yok, koku, diyor koku yok. Karanlık, muamma! Ama muhabbetin bir anlamı da safiyet. Nihade'den geriye eğer hastalık değilse, koca bir yalan kalıyor. Oysa aşkın küllî lisanında yeri olmayan tek şeydir yalan. Çünkü yalan bir anda her şeyi geçersiz kılıyor, en fazla da doğruları. Ne yapsındı Numan? Bilirsiniz, eğer beslenmezse imanın ateşi bile söner. Kimse aşkın sorumluluğu yok demesin. Ve aşkın sorumluluğu en fazla da aklın devreye girmesini önlemek. Seven kayıtsız şartsız teslimiyetle mükellef ise sevilen de bu teslimiyetin aklın terazisine düşmesini önlemekle sorumlu.

Aslında Numan, Nihade, akıl bahane. Aslolan şu ki, kusursuzu bir başka dünyada duran aşk onu yaratan tarafından mükemmelliği azaltılarak yaratılmış bir duygu. Sahipleri faniliği duysun da O'nu bırakıp aşka tapmasın diye. Bunun tek kurtuluşu vekâleten sevmekten geçiyor, mânâ-yı harfî cihetiyle sevmekten.

 

Eserlerinizde sadece kahramanlar yok. Zaman zaman bir görünüp, bir kaybolan Nazan Bekiroğlu da var. Bu görünmek isteğini diyorum. Samimiyet mi? Yazıyı kaderine terk etmemek mi? Yoksa aşklarınızın sizi bırakıp gitmesinden mi korkuyorsunuz? Cahit Zarifoğlu'nun, "Şiirlerimi elimden alınmış gibi özlüyorum" dediğini biliyoruz mesela.

-Samimiyettir herhal. Söylemiştim, Yedikule zindanlarında o da kaybediyorsa, dağılan görüntüsünü girişteki aynaya bırakıp da çıkışta toplayamıyorsa, neden yazdığının dışında kalsın ki? Yazdığı onun dışında değil ki o da yazdığının dışında kalsın. Nakkaşla bir kumsalın rüzgârında karşılaşan da o değil miydi?

 

Her Eylül başı. Bir haber dolaşır içimizde. Nazan Bekiroğlu, bu yıl İstanbul'a geçecek. Akan su yatağını bulacak. Üsküdar randevusu, nihayet mümkündür. Ne ki, gözümüz Trabzon'da, kulağımız gelenlerde. Orada mı? "Evet orada." Bu kaçıncı Eylül, Üsküdar randevusunu erteleyen?

Bazılarının kaderi sürgündür. Üstelik sürgünlük de halka halka açılır. Önce bu dünyada bir sürgünsünüz, sonra bir nabız atışı gül kokan toprakların dışında, sonra İstanbul dışında. İstanbulsuzluğa tahammül söz konusu olunca, aradığım şehirlerin bulduğum şehirler karşısında artık yorulduğunu ve ben artık İstanbullarla da avunamadığımı fark ettiğimi ve dayanabileceğimi zannetmiştim. Ama bu eylülün ikinci yarısında İstanbul'daydım. İzlediğim güzergâh beni II. Mahmud türbesinden, Yeniçerilerin meşhur Orta Camii yerinde yapılmış Ahmediye Camiine getirip de bırakınca. Ve sıcak bir eylül öğleden sonrasında iki vakit arası bomboş olan camide bir kadın yeniçeriler için, II. Mahmud için ve kendisi için ağlayınca. Bu kez Trabzon'a hiç olmadığı kadar zor döndü. Üsküdar randevusu çok kolay gerçekleşeceğe benzemiyor. Randevu gerçekleşmiyorsa randevuya ya biri geç kalmış ya da o biri erken gelmiş demektir. Korkarım ben geç kalan tarafım.

 

Son niyetine. Sular ne zaman durulacak?

Durulacak gibi görünüyor mu sizce?

 

Not: Soru soranın sorduğu ama cevap verenin  cevap vermediği sorular da vardı. Onlar yaratıcıya havale edildi.