Bir şeyin içine girilmeden nasıl yaşanırdı ki? Hayata dokunmadan, hayatla sarmaş dolaş olmadan, hayata kanmadan, nasıl hayatın tadına varılırdı ki?

Hayatın tadına bakabilmek için doyumsuz bir iştahla tutunduğu her şeyi kemirmek gerekirdi, dokunduğu her şeyin ona dokunacağını bilmeden. Hayatı çarpmışsa, el hızıyla bir şeyler araklamışsa eyvallahtı.

 

Kalbinin acıdığını, hayatın acılaştığını gideceği adama da kürsüdeki hocaya da evde bekleyen anaya da hesaba çekecek ağabeyye de söyleyemezdi. Hayattan alacaklı olmasının hiç bir mantıkî açıklaması olması da gerekmiyordu. Karşılıklı hesaba tutuştuklarında bir de mümkünse üstü kalsın diyecek kadar fiyakası olmasını istiyordu. Söyleyemedikleri çoğaldıkça kolunun altındaki kitapların ağırlığı kalınlaştı, kolları kas yaparken zihnini açılmadığını aksine kalbine daha çok kara bulutların çöreklendiğini hisseder olmuştu. İnce kolları bulutları dağıtmaya yetmedi, çıta bacakları bulutlardan kaçmaya da. O söğüdün dalında ağlayan bir rüzgardı.

 

Gözlerinde matem renginin daha koyusu yapıştı, bulanık beyni ufku genişlesin diye çabalarken tüm ok işaretlerinin düğümlendiği  çıkmaz sokakların dibinde takılı kalmıştı. Öfke denizinin gittikçe kabardığını,  herkesi ve her şeyi yutabileceğini görüyordu. O yutulmak istemiyordu ama birileri gelip kendisini söğüdün dalından düşmekten  kurtarsın diye bekleyecek de değildi. O birileri yoktu işte. Dikenli tellerin ardından herkes tüymüştü. Herkes kendi kazdığı çıkış tünelinin başında nöbetteydi. Herkesin gideceği yer, kaçış tünelinin varacağı nihai noktayla sınırlı.

 

Kız, kitaplarını kolu kopan sırt çantasında karnında taşıyarak demir bahçe kapısını açtığında, bahçedeki dut ağacından tam ense köküne olmamış bir dut düştü. Kız odasına çekilirken şehrin ışıkları toplu iğne ucuyla pencereden içeri girip girip çıkarken gökyüzünden bir yıldız kayıyor, dilekler umurunda değil. Hem pencereyi kapıyor, hem perdeyi çekiyor. Yolları gözlemekten bıkkın anneler suya makarnayı salıyor, yoğurda sarımsak dövüyor. Yan evdeki oğlan anasına küfürler savururken, taşlıktaki sümüklü oğlanı hırpani genç anası sürüye sürüye  sürgülü kapıdan içeri sokuyor.

 

Kız gecelerdir çıplak ampullü mavi badanalı odasında raflardaki eski kitaplarıyla yeni aldıklarını devr-i daim ettiriyor, mümkünler dünyasına rengini değiştirdiği kitaplarıyla başka bir dünyayı sokuyordu. Yetmişli yılların tekrar basımı kitapları artık onun için yeniydi. Onları sobanın bitişiğindeki minderin üzerinde gece yarısından sonra tütün eşliğinde devşiriyordu. Okumak içindeki öfkenin bilenmesi demekti. Satırların üzerinde giderek, işe yararları denkliyordu. Belli ki ertesi gün kabak çekirdeği tadında kampüste atıştırıp duracak, az çitleyince tokluk hissi çok çitleyince mide bulantısı yapacaktı.  Ama çitlemek bir alışkanlıktı, olmadan olmayacaktı.

 

Her birkaç senede bir başka kostüm giydi. Denemedik şey bırakmadan, tadılmadık hazlar almadan öğrenilmiş saymıyordu hayatı. Öğrenmek demek, yaşamak demekti. Bilginin en pahalısına talipti, yamaçta durmak olmazdı illa ki girmeliydi, illa ki dâhil olmalıydı. Bünyesi alışmış mıydı ki hava boşluklarına, dengelerin alt üst oluşuna?

Güneş yemiş, şavkı kaymış penyeleri sırtına, sembol kolyeleri boynuna, boğum boğum deri iplikleri bileklerine geçirdi. Sonra omuzlara dökülen bukleli güzelim saçlarını kısaltıp,  hırçın kırmızı tonlarına yakın renkler kattı. Bakışlarına sebebi çözülememiş bir öfkenin kıvılcımları boşaldı. Kaşları her zaman yay,  otuz sene öncesinin inatçı üslubundan sekme sapma yapmadan, zırnık boşluk bırakmadan, ezbere geçirilmiş kitabi, keskin, fiyakalı bir üslupla semboller dünyasının vitrinine hep aynı tezgâhtan tedarik edilen aksesuarlarının envailiğiyle çıkar olmuştu. Artık girdiği ortamlarda yalnızlık hissini dağıtır gibi oluyor, sağı solu kalabalıklaşıyordu. Gerçi kalabalıkların ortasında bir avuçtular birbirlerinin yanında az biraz daha fazla.

 

Gün göğü yardığında sular durulmamıştı. Az ilerde gece boyu küfür yiyen kadın çamaşır için çeri çöpü yakıp güğümle su kaynatıyor, elleri ciğer kırmızısı, içi tuz ruhu kabarcıklı. Az sonra oğlanlar birer ikişer yokuşa tırmanacak üçü beşe ekleyip akşam tüm şehrin sinirlerini damarlı boyunlarına akıtıp eve gelip kusacaklar. Belli ki herkes yorgun, üzüm asması bile. Ağzında bir dolu çakıl taşı. Hayat kendini salmış bir jöle kıvamında yapış yapış. Uzun susuşları kesen isteksiz  lafların iğretiliğini, gereksizliğini, sersemliğini bilirdi de yine de susuşlar uzadıkça,  susuşlar suskunlaştıkça  konuşan hiçbir şey kalmadıkça lâl olmalıydı dünya, kör olmalıydı, sağır olmalıydı. 

 

Dere ağzındaki evde hayatı kızağa almaya niyetli değildi. Belli  ki yorulana kadar, belli ki yorgun savaşçılardan olana kadar bu konaklamalar, bu zehirleri tatmalar devam edecekti. Keskin geçişler, keskin bitişler, keskin çıkışlar, keskin inişler, keskin sahiplenişler, keskin terk edişler, herkes keskin bir bıçağın sırtı ve yüzü. Kalbi iki ateş arasında, iki taş ortasında... Aklı, kitaplığı karman çorman.

 

Biten bir şey zehir gibi görülmezse iç rahat etmezdi ya çekilen kapıların ardına bakmadan yürüyüp yeni yollara düşecekti. Her seferinde başka başka postallar giyinerek, her seferinde başka başka kitaplardan sözler devşirerek. İçselleştirilmeyen, kalbe işlemeyen her düşünce zihnin peri ferisinde dolaştıktan sonra yeni bir boranın savruğuyla yitip gidebiliyordu pekâlâ. Ve nitekim öyle de oluyordu. Hayatın dışındaki teorisyenlerin yorgunuydu, ezberlerin sözcüsü, aynı gevişi getirenlerin dillerinde tüy biten, yüzlerinden öfke damlayan neferiydi. Nefer inanmadığını dillendirmekten yoruldu. En çok da kalbi,  bu doluluğa karşı bu acı boşluğu  kaldıramayacak gibiydi. Zor bir lokma olamadığının farkına vardığında,  kurt kapanının dişlerini bilendiğini gördüğünde kitaplıkta aylaklığa övgü, aforizmalar, gizlilik, anarşist portreler, maletesta kaldı.

 

İçten içe harlanan öfkesini hangi sularla söndürecek, hangi tepeye gömecekti şimdi? Kaç kere durur sanıyordu zaman? Kaç kere yeni başlangıçlar için yeterdi soluk alışverişleri?


Bulanık bir müziğin yapıştığı asfalttan belediye işçilerinin çekip çıkaramadığı bir irin kalıyor ve bıkkınlığın yayıldığı meydana bezdirilmiş bir bunalım sükse bindiriyor. Şiş bacaklı geçkin bir kadın gibi sallanıyor sandal, midesi çalkantılı. Yazın etrafı kaplayan cılk iltihabından sonra kar yıkar mıydı ki bu şehri? Belli ki deniz bile herkese küs, balıklar bile artık ikrah duygusu uyandırıyor.


Ve kar ağustosta da yağardı ve denizler yıkanır. Ve geceler de ağarırdı plazaların tepe ışıkları olmadan. Ve sokak levhaları çalınmış da olsa okların kıskacından kurtularak gideceği yolu bulmalıydı insan.